"…Kendimi bildim bileli bana ne olduğum soruldu: Kendini daha çok Türk gibi mi hissediyorsun, yoksa Alman gibi mi? Hangi tarafın özellikleri daha ağır basıyor?… Öylece suratlarına baktım. Bu toptancı anlayışı sevmiyorum. Ben sadece o ya da bu değilim, öyle ya da böyle değilim. Ben ikisiyim. Ben hepsiyim.”
Mesut Özil birkaç ay önce Hürriyet’ten Ayşe Arman’a böyle dert yanıyordu. “Futbolun Büyüsü” kitabı yeni çıkmıştı. Kitapta kendi hayatı üzerinden, futbolun Almanya’da entegrasyona, entegrasyonun da futbola kattıklarını anlatıyordu. O resim geçtiğimiz haftalarda tuzla buz oldu.
Aklıma İstanbul (Erkek) Lisesi’nde okurken Ortaokul 1’de aramıza katılan bir arkadaşımız geldi. Bu arkadaşımız Almanya’da doğmuş, ailesiyle birlikte memlekete dönmüş, Almanca bildiği için doğrudan bizim okula girmişti. Türkçesi o zamanlar iyi değildi. Türkiye - Almanya milli maçı olduğunda onu “Hangi takımı tutuyorsun?” diye sıkıştırmıştık. Gönlü anlaşılır şekilde Almanya’dan yanaydı ama bunun hoş karşılanmayacağını bildiğinden birşey söylemedi, sustu. Cevabını merak etmekle birlikte baskı altında bir tercihe zorlandığını fark ederek üzüldüğümü hatırlıyorum.
“Ne Türk’ü be!”
Benzer bir duyguyu daha sonra Cem Özdemir ile ilgili hissettim. Konu siyaset olduğu için daha da ikircikliydi. Bir “Türk’ün” Almanya Parlamentosu’na seçilmesi önce herkesin kutladığı, gazetelerin milli gurur kaynağı olarak istisnasız birinci sayfadan verdiği bir haberdi. Ama Özdemir ondan beklenen “Türklük” performansını göstermedi. İşler yavaş yavaş değişti. Bu nasıl Türktü? Türkiye’yi nasıl eleştirirdi? 2008’de Almanya - Türkiye maçında Almanya’yı desteklediği gerekçesiyle “Maskesi düştü… Alman Malı Cem” diye haberler bile çıktı. Cem Özdemir 18 yaşında Alman vatandaşlığını seçmişti. Türkiye ile bağlarını hiçbir zaman reddetmedi ama duygusal ikilemlere de düşmedi. Özdemir’in siyasi olarak kafası netti. Bu yüzden, Ermeni soykırımında Almanya’nın rolünü kabul eden tasarıyı meclise getirdiğinde Erdoğan’ın “Birileri de diyor ki, güya Türk… Ne Türk’ü be? Bunların kanlarının laboratuvar testinden geçmesi lazım” ifadelerine maruz kaldı.
“Milliyetini seç” baskısı
Mesut Özil de kaçınılmaz şekilde “Milliyetini seç” baskısıyla büyüyenlerdendi. Özil, Gelsenkirchen’de doğdu, 4 yaşına kadar Türklerin yaşadığı bir sokakta, sadece Türkçe konuşarak büyüdü ve Almancayı, kendi anlatımına göre, bin bir zorlukla okulda öğrendi. Yaşamını siyasi ilkeler değil, çocukluğunda ağır basan Türklük, sonra gelişen Almanlık, sosyal ilişkiler ve kariyer belirledi. 2007’de Türkiye vatandaşlığını bırakıp Almanya vatandaşı oldu. Her söyleşisinde bunun duygusal bir karar olmadığını ama bununla beraber duygusal açıdan kolay da olmadığını vurgulama ihtiyacı duydu. Oysa Almanya’da yaşayan birinin Alman vatandaşlığını seçmesi açıklama gerektirmeyecek, son derece rasyonel bir davranıştı.
Hürriyet’teki söyleşide şunu da diyordu: “Okulda ve futbol akademisinde Alman kültürünün değerleriyle yetiştim. Evde ve ailede ise Türk kültürünün. Böyle olunca, ortaya benim gibi bir adam çıkıyor. Alman gibi düşünüp çalışan, Türk gibi hisseden…”
2010’da Die Zeit gazetesine verdiği mülakatta ise “Almanya’yı temsil etmek çocukluk hayalimdi. En başından beri Almanya için oynamak istiyordum… Sahaya her çıktığımda gurur duyuyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Elbette Alman milli marşının sözlerini biliyorum. Maçlarda milli marşı beraber söylemesem de, kendimi yüzde 100 Alman hissediyorum” demişti.
Özil yalan söylemiyordu. İki ifadesinde de samimiydi.
2010’da Almanya’nın Türkiye’yi 3-0 yendiği maçta ikinci golü o atmıştı. O maçta Türkiye’yi tutanlar tarafından sürekli ıslıklanan Özil, buna rağmen gole kararlılıkla gitmiş ama sevinç gösterisi de yapmamıştı.
Kariyer konusunda kafası son derece net olan Özil, aidiyet konusunda birbirini dışlayan iki kimlik arasında oradan oraya koşmak zorunda hissetti kendini. Onu yetiştiren ve bugünkü “Mesut” yapan Almanya’yı vatan bildi, ama ondan daha fazla Türklük bekleyenlere karşı hep biraz mahçuptu anlaşılan. Bu yüzden Erdoğan’a kayıtsız kalmayı asla düşünmedi. Açıklamasında söyledi; hâlâ da düşünmüyor.
Peki ya Putin ne olacak?
Erdoğan’ın Almanya’da demokrat bir lider olarak nam salmadığı sır değil. Türkiye’de rehine konumuna düşen Almanya vatandaşlarının tutukluluğunu savundu, Başbakan Merkel’e “Nazi uygulaması yapıyorsun” dedi, açıkça Almanya karşıtı bir tavır ortaya koydu. Bu yüzden onunla tam da seçim öncesinde buluşup fotoğraf çektiren oyuncuların kıyasıya eleştirilmesine şaşmamak gerek. Liderlerle fotoğraf çektirmek takım disiplini açısından da konu edilebilir mi? Bu da tartışılabilir. Ama Almanya Milli Takımı’nın Dünya Kupası’ndaki başarısızlığının sorumlusu olarak sadece Özil’i göstermek bu ülkede eski reflekslerin devreye girdiğini anlatıyor.
Konu Erdoğan’ın otoriterliği ve antidemokratikliğiyse, Dünya Kupası’nın hak ihlalleri şampiyonu bir ülkede yapılması ve eski milli futbolcu Lothar Matthäus’un da Rusya Devlet Başkanı Putin ile neşeli buluşması da daha az eleştirilmemeli. Almanya şampiyon olsaydı kupayı kucaklamak için futbolcusundan federasyon başkanına, hepsi teker teker Putin’in elini sıkacaktı. Özil’i günah keçisi yapan Almanya Futbol Federasyonu Başkanı Reinhard Grindel, belki Putin ile bizzat görüşmedi, ama bu endişeler karşısında “Dünya Kupası Rusya - Batı ilişkileri için iyi olacak” demekle yetindi.
Özil’in “Kazanıldığında Almanım, kaybedildiğinde göçmen olarak görülüyorum” sözlerinin hedefinde de Grindel vardı. Elenmenin faturası Özil’e çıkarılırken onu savunan tek takım arkadaşı, kendisi de ırkçılıkla karşılaşmış Jerôme Boateng oldu. O kadar yıldır beraber top koşturduğu diğer takım arkadaşlarından ses çıkmadı.
Almanya’da milli takımın entegrasyon başarısı hikayesi işte böyle çöktü. Sonuç olarak, her iki memleketin milliyetçileri bu olayla beraber pozisyonlarını güçlendirdi. Almanya’da entegrasyon karşıtı, aşırı sağcı ve ırkçı bir söylem benimseyen AfD’den “Gördünüz mü işte” açıklamaları geldi. Erdoğan da Özil’in tavrını “Tam milli, tam yerli” olarak niteledi.
Almanya Özil’in takımı bırakmasıyla entegrasyon konusunda ciddi bir sarsıntı yaşadı ama bu durum çok faydalı olabilecek bir tartışmaya da vesile oldu. Göçmen ailelerin Almanya vatandaşı çocukları sosyal medyada günlerdir #MeTwo etiketiyle iç döküyor. Aralarında başarılı TV gazetecileri de var, politikacılar da. Bazıları karşılaştıkları ayrımcılığı anlatırken, bazıları Almanya’ya sadece teşekkür etmek gerektiği kanısında. Bu tartışma tam da AfD’nin desteğini artırdığı bir dönemde yaşanıyor. Olan bitenin en iyi tarafı bu.
Höness’ten daha iyi
Bu tartışmayı ve Mesut’un takımı bırakmasını fırsat bilip el artıran Bayern Münih Kulübü’nün Başkanı, eski futbolcu Uli Höness’e dair de bir çift söz söylemeli. Tesadüf bu ya, Höness sahada da sağ kanatta oynardı. Bu taraftan Özil’in kalesine gelen atağı “Yıllardır çöp gibi oynuyor. Son ikili mücadelesini 2014’te kazandı” diye geliştirdi. Rakamlara bakalım. Özil, Güney Kore maçında ikili mücadelelerde yüzde 62,5 başarı yüzdesiyle oynadı. Almanya formasını 92 kez giyen ve bu formayla 23 gol atan Mesut Özil’in, 36 kez milli olup 5 gol atmış Uli Höness’ten daha iyi bir futbolcu olarak tarihe geçmesi kuvvetle muhtemel. Onun gibi vergi kaçırmadığı için daha iyi bir Almanya vatandaşı olduğu ise kesin.
Banu Güven
© Deutsche Welle Türkçe