Yorum: İçiniz ne kadar yansa az
13 Ekim 2019Dediler ki "Savaş demeyin!”
Dediler ki, "Barış da demeyin!”
"Suriye demeyin, Rojava demeye hiç yeltenmeyin! İşgal zaten diyemezsiniz!”
Hiçbirini demeyin!
Polis Cumartesi Anneleri'ni haftalık açıklamalarını yapmak üzere toplandıkları İnsan Hakları Derneği'nde (İHD) sabah saatlerinde böyle uyardı. Aileler hazırlıklıydı. En mutedil dilde de olsa, savaş karşıtı açıklama yapmakta kararlıydılar. Şöyle demeye karar verdiler:
"759 haftadır ısrarla Türkiye'deki insani ve hukuki değerlerdeki ağır tahribata dikkat çekiyoruz. Şiddet ve çatışma politikalarının yarattığı ağır yıkımın sonuçlarını yaşayanlar olarak, her zaman barıştan yana olduk. Her zaman Türkiye'nin tüm sorunlarını hak ve adalet ölçüleri içinde barışçıl yollardan çözmesini istedik. Savaş, herkes için kan ve gözyaşıdır, Savaş ölümdür. İnsanlığın ortak vicdanının savaşı reddetmesi bu yüzdendir.
Kuzeydoğu Suriye'ye yapılan askeri müdahale, ülkede ve bölgede barış içinde ortak yaşam idealini onarılmaz biçimde tahrip edecektir. Daha fazla can kayıpları yaşanmadan bu müdahale derhal durdurulmalı, barışçıl çözüm yolları denenmelidir. Biz barış içinde ortak yaşam idealine sahip çıkanlar, barış talebimizde ısrar ediyoruz. Evrensel barış idealimizi tahrip eden bu askeri operasyonun durdurulmasını istiyoruz.”
Açıklama yapılırken, yukarıda okuduğunuz bölümünün tam ortasında, "Kuzeydoğu Suriye” lafı geçer geçmez polis müdahale etti. Bu anlar, Cumartesi Anneleri'nin her eylemini sosyal medyadan canlı yayınlayan meslektaşlarımızca kaydedildi.
Orada bulunanlar anlatıyor: "Kalkanlarla bizi duvara doğru sıkıştırdılar. Bir kısmımızı İHD binasına sürdüler. İçerisi tıka basa doldu. O sırada yerde patlayan gaz kapsüllerinden attılar. Bir kavanoz gaz kapsülü topladık sonra ortalıktan.”
İHD Şube Başkanı Gülseren Yoler, müdahale emrini veren emniyet amirleriyle konuşmaya çalıştı. Devletin memurundan aldığı cevap, "Hiç konuşturmayacağım. Bu konuda kimseyi konuşturmam. Hiçbir şey söylemeyeceksiniz. Bu konuyu ağzınıza almayacaksınız. Ben askerime laf söylettirmem” şeklindeydi.
Yani bir memur, Anayasa ile güvence altına alınmış olan barışçıl gösteri hakkını ve uluslararası sözleşmelerle de kabul edilen ifade özgürlüğünü çatır çatır çiğniyordu. Bu memur hakları hiçe sayan zincirin son halkasıydı. İlk halka malum, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'ydu.
Daha önce de Afrin'e yönelik "Zeytin Dalı Operasyonu” sırasında benzer bir tavır ortaya koyulmuştu. O dönemde de polis Cumartesi Anneleri'ne gidip, "Afrin demeyeceksiniz” demişti. Sosyal medyada harekatı eleştirdiler diye memleket genelinde bir ay içinde 845 kişi gözaltına alınmıştı.
Habere yasak
Barış Pınarı'nda henüz o rakama ulaşılmadı ama ifade özgürlüğüne takılan kelepçe sanki daha da sıkılaştı. İktidardan bağımsız hareket eden basın üzerindeki baskı daha fazlası mümkün değil diye düşünürken bir ton daha arttı. Birgün Gazetesi internet editörü ile diken.com.tr sorumlu yazı işleri müdürünün apar topar gözaltına alınması hükümet ile aynı çizgide yayın yapmayanlar için net bir uyarıydı. Mesela yabancı bir devlet yetkilisinin yaptığı açıklamada, Türkiye'nin Rojava'daki varlığı "işgal” olarak geçiyor diyelim. "Bunu tırnak içinde bile versen senin başın belaya girer” demekti bu. Yani bu harekatla ilgili, bırakın eleştirmeyi, nesnel habercilik yapmak da fiilen yasaklandı.
Artık savaşı alenen desteklememek suç haline geldi. Bir şey söylememek de yeterli değil artık, hükümeti desteklediğini ispatlamak zorundasın.
Mesela çok tanınan sanatçılardan hangisi harekatı destekleyen Tweet atmamış, hükümet yanlısı medya bunları bulup çıkardı. "Şunlar Tweet atarken, bunlar atmadı” diye fotoğraflarıyla birlikte tek tek yayınladı, kızgın milliyetçilere foto galeri usulü tıklattı. Bu isimlerin hepsi kendini bu konuda bir şey demek zorunda hissetti sonunda. Mengene sıkılaştıkça sıkılaştı.
En büyük koalisyon
Bu mengeneyi sıkıştıran kolun gücü ardındaki büyük koalisyondan geliyor. Konu Kürt meselesine gelip dayanınca, işin ucunda Suriyeli sığınmacıların geri gönderilmesi de varsa, çoğunluk elinde ne varsa hızla yere bırakıyor ve aynı şeyi söylüyor. Savaşa gönderilen gencecik askerlerin sağ salim dönmesini diliyor, ama kaçınılmaz şekilde kayıplar verileceğini biliniyor. Ana muhalefet mengeneye kolunu çoktan kaptırmış, "içi yana yana” tezkereye "Evet” dediğini ilan ederek, "Ben atılım” diyor, "Bir şey yapamam, bu ülkenin kaderini değiştirecek iradeyi gösteremem.” Ana muhalefetin temsilcileri yerel seçimlerde memleketin kaderinin birlikte değiştirilebileceğini gösteren 6 milyon küsür seçmene bunu diyor işte. Siyaset bitiyor. Kazanan iktidar oluyor, kaybeden halklar.
Savaş demek ölüm demek
Her iki taraftan askerlerin ölmesinin yanında, insanların tepesine bomba yağması, yerleşim yerlerine roket atılması, çocukların da ölmesi demek mesela. Türkiye tarafında aralarında 9 aylık bir bebeğin, 11 - 12 yaşında çocukların da bulunduğu sivillerin ölmesi demek. Savaş çıkmasa işinde gücünde olacak memurların, çocuklarını okuldan alacak annelerin ölmesi demek. Sınırın öte tarafında esir alınanların Türkiye'nin desteklediği ve donattığı cihatçı milislerce yol kenarında kurşuna dizilmesi demek. Daha önce de gördük ki, kuralsızlığın galebe çalması demek. Acımasızlık demek.
Büyük koalisyona boyun eğmek de, bunları da mecburen sineye çekmek demek. Umudu öldürmek demek.
İçiniz ne kadar yansa az.
Banu Güven
©Deutsche Welle Türkçe