Anıtkabir'de, durduk yerde, hem de bir 29 Ekim'de akreditasyon krizi çıkaran Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'nı tebrik etmeli. Basın özgürlüğünü ve halkın bilgilenme hakkını ihlal konusunda epey konuşulan bir adım daha atmış oldu. Zaten turkuaz rengi yaptıkları o resmi basın kartlarını her gazeteci alamıyordu, şimdi ister kartın olsun, ister olmasın farketmiyor. Fox TV, ANKA Haber Ajansı ve Cumhuriyet Gazetesi muhabirlerinin başına geldiği gibi, akreditasyon engeline takılıyor, Cumhuriyet Bayramı gibi bir günde, herkese açık olan Anıtkabir gibi bir kamusal alanda bile gazetecilik yapamıyorsun. Cumhuriyet'in 98. Kuruluş yıldönümünde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Anıtkabir'i ziyaret ediyor; sadece kendine yakın kanallar ve kurumlar bu ziyareti görüntülesin isteniyor.
Bu yaklaşım totaliterleşen iktidarların aslında ne kadar geride kaldığını da biz gösteriyor. Sanılıyor ki, böyle bir kısıtlama sonuç verecek. On yıllardır basını susturmaya ve eleştirel, bağımsız gazetecilik anlayışına boyun eğdirmeye çalışan iktidar bunu asla başaramayacağını bir türlü idrak edemiyor. Gerçekten merak ediyorum. Erdoğan'ın Askeri Şura ile birlikte gittiği Anıtkabir ziyaretinde yalpalayarak yürüdüğü yorumunu yapanlar olmuştu. Akreditasyon engeli bir daha böyle bir durumla karşılaşmamak için alınan bir önlem miydi, yoksa herhangi bir sebepten, kurum ya da belli muhabirlere yönelik bir cezalandırma mı? Bu tasarrufun nedeni ya da amacı her neyse, işe yaramayacağını anlayabilmiş değil İletişim Başkanlığı.
Ankara Kızılırmak'ta, insana rendeyi hatırlatan bir estetiğe sahip bir binada bulunan İletişim Başkanlığı, cumhuriyet içinde başlı başına bir cumhuriyet sanki. Bir propaganda bakanlığı gibi çalışıyor. Akreditasyon engelleriyle, aynı zamanda bir sansür bakanlığı gibi de. Yukarıda resmi basın kartlarından söz etmiştim ya. Hayatını, evet, kelimenin gerçek anlamıyla hayatını gazeteciliğe vermiş birçok meslektaşımın basın kartı, hem de sürekli basın kartları 2016'da iptal edildi, neden sonra tekrar kullanıma sokuldu, ama kağıt üzerinde. Meslektaşlarımın çoğu, turkuaz basın kartını bir türlü alamıyor, kartlar yenilenmiyor. Mesela Evrensel Gazetesi'nin Ankara Temsilcisi Birkay Bulut, 2017'den bu yana turkuaz kart almaya çalışıyor. Başvurusu ilk aşamada reddedildiği için İletişim Başkanlığı'na dava açmış, çünkü kendisine gerekçe bile bildirilmiyor.
Akreditasyon silahı
Peki kartınız olmadığında başınıza ne geliyor? Bir kere haber takibi yapmanız zorlaşıyor, hatta imkansız hale geliyor. Turkuaz basın kartınız yoksa, Ankara'da Sağlık Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı dışında hiçbir yere giremiyorsunuz. Sokakta da herhangi bir haber takibi sırasında basın kartı sorulduğunda, turkuaz kartınız yoksa eğer, gazeteciden sayılmıyorsunuz.
Kendi başıma gelen bir örneği anlatayım. 2018'de Ankara Kızılay Meydanı'nda anons çekerken bir polis bana basın kartı sordu. Kartım yoktu, çünkü resmi basın kartı uygulamasına karşı çıktığımdan, son dönemde başvuruda bulunmamıştım. Başvursaydım da kart alamazdım herhalde. Kameraman arkadaşımın basın kartı olmasaydı, kamuya açık bir alanda iki dakikalık bir anonsu çekemeyecektim. Ankara'dan bir meslektaşım da bu durumun, İçişleri Bakanlığı'nın görüntü alınmasını engelleyen genelgesiyle daha da yaygınlaştığını söyledi.
Hakkınızda dava açıldığıysa, savunmanız sırasında gazetecilik faaliyeti yaptığınızı, suç işlemediğinizi söylüyor, haberlerinizi de delil olarak sunuyorsunuz diyelim. Mahkeme bununla yetinmiyor, İletişim Başkanlığı'na yazı gönderip, sizin gazeteci olup olmadığınızı soruyor. Bu durum geçenlerde yıllardır gazetecilik yapan bir meslektaşımın başına geldi. İletişim Başkanlığı mahkemeye, "Bizde gazeteci olduğuna dair bir kayıt yoktur” cevabını gönderdi.
Türkiye'de basın hiçbir zaman özgür olamadı, eskiden de akreditasyon Genelkurmay Başkanlığı tarafından "İslamcı” addedilen kuruluşlara uygulanırdı ama hiçbir zaman bu kadar yaygın şekilde bir silah olarak da kullanılmadı. Cumhuriyet'in 98. Yılında geldiğimiz yer burası, bakalım 100. Yıla nasıl gireceğiz?
Banu Güven
©Deutsche Welle Türkçe