Umuda yolculuk: Ölüm de var kurtuluş da
17 Eylül 2020Yola çıktıklarında öncelikli hedefleri yeni bir hayattan çok hayatta kalabilmek. Çünkü doğdukları coğrafyalarda savaş, yoksulluk ve açlık var. İran, Irak, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerde yaşayıp kaderlerine razı gelmeyenlerin tek seçeneği yola çıkmak. Nereye olduğu çok da belli olmayan bu yolculuklarında bazıları menzillerine varamadan dağlarda donarak, batan bir teknede boğularak veya yüzlerce kilometre yürüdükleri yolların birinde bir aracın altında kalarak yaşamlarını yitiriyorlar. Çünkü coğrafyalarında onları bekleyen şey de bu: Ölüm.
Kenarı patlamış ayakkabısından çorapsız parmakları görünüyor. Öteki teki nispeten daha iyi durumda olsa da kaldırıp atılacakları zamanı geçireli çok olmuş. Güneşten rengi kaçmış giysileri de öyle. Çantasında sadece bir kez değiştirebileceği giysileri var, ancak giyerse onlar da kısa sürede eskiyecek. Bunu göze alamıyor, vardığı yerde temiz giysilerle şansı daha yüksek olacak. Bu nedenle ayakları su toplasa da, güneş yakıp ayaz dondursa da yoluna öylece devam edecek.
Aç, susuz, yorgun
Adı Kerar Abdülhüseyin. Iraklı bir mülteci olan Kerar, Bağdat’tan 11 gün önce yola çıkmış ve Bitlis’in Tatvan ilçesine kadar bin 100 kilometre yürümüş. Gündüz yakıcı güneşe dayanmış ancak denizden 1690 metre yükseklikteki Tatvan’ın soğuğundan korunacak giysilere, başını sokacağı bir dama sahip değil. Çaresizce bulduğu kartonlara sarınıyor. Aç, susuz ve yorgun. Bir paket bisküvisi olsa da daha atlatması gereken kaç badire olduğunu bilmediğinden tüketmeyi göze alamıyor:
"Ben şu an dağdayım. Ne yemek var, ne su. Çok susadım. Susuzluktan ölmek üzereyim. Birazcık su arıyorum. Karşıdaki köye gidiyorum. Belki Allah’ın yardımı ile su bulurum. Mafya bize mermi sıktı. Ben kendimi kurtardım ama ne yazık ki arkadaşlarımdan haber yok. Öldüler, kaçırdılar bilmiyorum. Sadece ben kaçtım. Şu an nerede olduğumu da bilmiyorum."
Tehlikelerle dolu, açlıkla, susuzlukla imtihan olacağı bir maceraya atılmasına yol açan neden savaş. Henüz 11 yaşındayken Amerika’nın Irak’ı işgaliyle başlayan savaş ona ve ailesine ölüm ve yoksulluk getirmiş. Bağdat’ta daha fazla kalamayacaklarına kanaat getirdiğinde dört arkadaşıyla birlikte yola çıkmışlar. Önce kaçak yollarla Türkiye’ye geçip oradan da Avrupa’ya gideceklerdi. Şüphesiz bunun konforlu bir yolculuk olmayacağının bilincindeydiler, ancak daha yolculuklarının başında ölümün kıyısından geçmiş.
"İran-Türkiye sınırında İranlı insan kaçakçıları bizi soydu. Sözde bizi Türkiye’ye getireceklerdi. Kaçakçılar bizi Ermenistan sınırına götürdü. Biz beş gençtik. Kaçakçılar askeri elbiseleri ile bizi çembere alarak, bize uzanmamızı emrettiler. Sonra bize ateş ettiler. Ben vadiye kaçtım ve parmağımdan yaralandım. İki arkadaşım İran güçleri tarafından tutuklandı. Diğer iki arkadaşımı mafya alıkoydu. 5 bin dolar fidye vermezsem iki arkadaşımın başını kesecekler. Akıbetleri ne oldu bilmiyorum."
Yola çıkmak kolay, varmak belirsiz
Arkadaşları için üzülse de bu duyguyu gösteremeyecek kadar bezgin; yorgun. Sıradan bir şeyden bahseder gibi anlatıp elini belli belirsiz sallıyor. Yol arkadaşını kurtaracak güce, donanıma sahip olmamanın verdiği çaresizlikle arkasını dönüp yürümüş. Bu mülteciler arasında bir kural. Elini uzatabiliyorsan tutup uçuruma düşmekten kurtarırsın, buna imkânın yoksa vicdanın ağırlığının omuzlarına çökmesine izin veremezsin. Pamuk ipliğine bağlı yaşamlarda böyle veballeri taşıyabilmek mümkün değil. Yola çıkmak kolay, varmak belirsiz. Belki de tüm bunları düşünerek kartonlarına sarılıyor. Gözlerini kapatıp uyumaktan çok bayılır gibi yığılıp kalıyor.
İran sınırındaki Van ile Diyarbakır arasındaki karayolu 365 kilometre uzunluğunda. Van’dan Diyarbakır’a veya Diyarbakır’dan Van’a doğru yola çıkanların yol kenarında yürüyen, oturan, gölgelenen, uyuyan mültecileri görmeleri çok olası.
Tarife 800 dolar
Kerar Abdülhüseyin gibi yüzlerce, binlerce mülteci güvenli bir coğrafyaya ulaşmak için yollardalar. Önce ölmemek, sonra yerleşip kök salmak için Afganistan, Pakistan, İran ve Irak’tan yola çıkıyorlar. Mültecilerin çaresizliklerinden beslenen bir sektör oluşmuş durumda. İnsan kaçakçıları sınırlarda mülteci avına çıkıyorlar. Mültecilerin kendi başlarına hareket etmelerine izin verilmiyor. İran’daki kaçakçılar, mültecilerden 800 dolar aldıktan sonra sınırı geçmelerine yardımcı oluyorlar. Türkiye’ye kaçak yollarla sokulan mülteciler şanslı olanlar. Bazı kaçakçılar salt paralarını alıyorlar, değerli eşyalarına el koyuyorlar, hatta silahlarıyla yaralayıp öldürebiliyorlar. Afganistanlı Muhammed İsmail bunu deneyimlemiş mültecilerden:
“Yolculuk çok kötüydü. Afganistan’dan Pakistan sınırına geçiyoruz. Orada Balluçlar var. Vuruyor, para alıyor, çalıyor. Oradan İran’a geliyoruz yürüyerek. İran’dan sonra biraz arabayla geliyoruz. Sonunda Van’a geliyoruz. Van’dan buraya geçiyoruz. Yani toplam bir ay geçti. Sınırı geçerken İran polisleri ateş ediyor. Ama Türk askerleri iyidir. İçinde biraz rahmetleri var. O kadar kötü davranmıyorlar. Yakalarsa “bir daha gelmeyin” diyor ve geri gönderiyor. Bizi oradan kaçakçılar getiriyor. Afganistan’dan buraya -İstanbul’a kadar 800-900 dolar.”
Üç bin kilometre
Çoğu kimsenin konforlu bir karayolu taşıtıyla bile göze alamayacağı mesafeyi 50 günde kat etmiş Nasrullah Muradi. Afganistan’ın Mezarışerif kentinden yola çıkmış. Herat, Nişabur, Tahran ve Tebriz üzerinden Van’a oradan da Bitlis-Tatvan’a varmış. Üstelik bu daha yolunun yarısı bile değil. Neşeli tavırları ve umutlu yapısıyla birlikte olduğu yol arkadaşlarına güven veriyor. Neşesinin kaynağı güvenli topraklar dediği Türkiye’ye ulaşmış olması:
"Burası zor mu? Zor. Ama bundan daha zoru orada. Her gün ölüm var orada. Her gün açlık. Bir bomba patladı mı, bütün aile gitti. Burası oradan daha iyi değil mi? Burada ne de olsa canın güvende."
Dur!
Mültecilerin geçtikleri coğrafyaların dillerinde öğrendikleri yegâne kelime bu. Biri onlara 'dur' dediğinde kaçmaları gerektiğini biliyorlar. Coğrafyaya göre bu emir kipini bir kaçakçı, bir katil, bir asker veya polis zikrediyor. Ardından gelecek hayırlı bir şey olmadığını deneyimleriyle öğrenmişler. Bu nedenle üniforma gördüklerinde saklanıyorlar. Karayollarının kıyısından, çoğunlukla da geceleri yürüyorlar. Türkiye’de ‘dur’ denmesinin yakalanmalarına ardından sınır dışı edilmelerine yol açacağını biliyorlar.
Polis ve askeri kontrol noktalarına geldiklerinde görünmeden ve kırsal alanları kullanarak geçiyorlar. Yol boyunca geçtikleri yerlerdeki insanlardan da yardım görüyorlar. Kimi petrol istasyonları musluktan uzatarak yola kadar çıkardıkları hortumla içmeleri ve temizlenmeleri için mültecilere su veriyor. Şehirlerarası otobüslerden bazıları da mültecilerle karşılaştıklarında yol kenarında durup kek ve meyve suyu ikram ediyor. Bazı araçlar yol kenarındaki mültecileri aldıktan sonra yollarına devam ediyorlar. Geçtikleri zorlu coğrafyaların ardından vardıkları Türkiye’de gösterilen vicdan morallerini düzeltiyor, onlara güç veriyor. Çoğu minnet duyuyor, buna karşın gitmek istedikleri yer genellikle Avrupa. Afgan mülteci Bahtiyar Hüseyni’nin aklındaki de bu:
"Afganistan’dan geldim. Orada savaş var, iş yok, fakirlik var. Bomba atılıyor, patlamalar oluyor. Adamlar bizi vuruyorlar, hakaret ediyorlar. Bu çok kötü bir şey. Oralar çok bozuldu. Yirmi günde buraya geldim. Diyarbakır’a, oradan İstanbul’a gideceğim. İstanbul’dan da Avrupa’ya gideceğim. Avrupada iş yapacağım, biraz para kazanacağım. Kazanırsam Afganistan’a aileme de göndereceğim biraz rahat etsinler."
Doğudaki son durak Diyarbakır
Mültecilerin uzun yolculuklarında belirledikleri duraklardan biri de Diyarbakır. Buraya kadar vardıklarında artık kendilerini iyice güvende hissediyorlar. Silvan yolu üzerinden şehre giren mülteciler hiçbir yöne sapmadan yürümeye devam ettiklerinde Diyarbakır Şehirlerarası Otobüs Terminali’ne varıyorlar. 39 gün önce Afganistan’ın başkenti Kabil’den yola çıkan Nazar Muhammedi için kötü günlerin en azından bir bölümü artık uzakta kalmış. Muhammedi zorlu yolculuğunda en çok Pakistan ve İranlı polislerden şikâyetçi:
"Çok zor günler yaşıyoruz gelene kadar. İnsanlar bizi dövüyor, askerler de dövüyor. Hırsızlara yakalansan onlar da dövüyor, paranı da alıyorlar. Bizi getiren insanlara bile güvenemiyoruz. Onlar da bizi dövüp, küfür ediyorlar. Çok zor durumda buraya kadar geliyoruz. Van’dan buraya kadar yürüyerek geldik. Bir akşam bir minibüse 50 kişi koydular. 50 kişi çok zor durumda 1, 1-5 saat kadar geldik. Sonra sahilin kenarına bizi bıraktılar. Ondan sonra buraya kadar yürüyerek geldik."
Pakistanlı mülteci Zen Ali de İran ve Pakistanlı polislerden yaka silkenlerden. Türkiye’de gördüğü muameleden ise hoşnut.
"Ülkenize geldiğimizde insanlarınızın çok iyi olduğunu gördük, inanamadık. 3-4 gündür yoldayız. Buraya kadar aç kaldık, 3-4 hatta 5 gün hiçbir şey yemedik. Pakistan’dan yola çıktığımızda vizemiz vardı paramız vardı, buna rağmen yemek bulamadık. Hırsızlar dadandı, paramızı çaldılar, dövdüler, ceplerimizi kontrol ettiler, her şeyimizi aldılar. Telefonlarımızı paramızı aldılar, para olmayınca, buraya ulaşana kadar 5 gün açlık çektik. Bu ülkeye ulaştığımızda insanlar çok iyi davrandı. Arabalar durdu, su verdi, bisküvi, her şey verdiler. Gördüğümüz en güzel ülke. Allah uzun ömürler ve her şey versin bu insanlara. Söyleyebileceğim tek şey bu. Ben İstanbul’a gitmek istiyorum. Bir ay iki ay kalırım ve para kazanırım, daha sonra Yunanistan’a geçerim. Hayalim şu; iki çocuğum var, bir kızım, bir oğlum var. Annem, 2 kız kardeşim, 4 erkek kardeşim var. Erkek kardeşlerimizin çocukları var. İşleri yok, sıkışmışlar. Hayalim daha iyi bir hayat. Ölebilirim, neredeyse ölecektim ama Allah bana, daha iyi bir hayat kurmam için yeniden hayat verdi."
Ya ölüm ya kurtuluş
Ölümün zıddı olan hayat mültecilerin aklındaki yegâne olgu. Onlara hayat şansı tanımayan ülkelerinden kaçıp yola düşüyorlar. Hayatta kalmak için açlıkla, susuzlukla, sıcakla, soğukla, insan kaçakçılarıyla, hırsızlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Türkiye'ye vardıklarında tek sevinçleri artık ölmeyecek olmaları. Belki yollarını gözleyen katiller yok ancak ölüm bir mülteciye diğer insanlardan daha yakın. Geçtiğimiz aylarda Van Gölü’nde batan tekne atmış mülteciye mezar olmuştu. Yine Van’da geçtiğimiz yıl karların erimesiyle İran sınırında 25 mültecinin cansız bedeni bulunmuştu.
Van’ın Tuşba ilçesinde Türkiye’nin en büyük mülteci mezarlığında üç yüzden fazla mültecinin kabri var. Sadece boğulduğu, donduğu, ezildiği belli olan bu mültecilerin mezar taşlarında ne bir isim var, ne ağlayanları, ne de dua edenleri. Belki çıktıkları yolda onları uğurlayanların bile öldüklerinden haberleri yok. Mezarlıktaki üç yüz mülteci diğerleri gibi sadece 'hayat' için yola çıkmışlar ancak daha yolun başında uğruna pek çok şeyi göze aldıkları hayattan kopmuşlardı. Salt Tuşba’da değil mültecilerin göç güzergâhları üzerindeki her mezarlıkta isimsiz kabirler var. Sayıları her geçen gün artan bu isimsiz mezarlar yine de kimseyi yolundan edemeyecek. Mülteciler yine yollarda ve yine yola çıkmaya devam edecekler. Ucunda ölüm olsa da.
Felat Bozarslan
© Deutsche Welle Türkçe