'Türkiye, Panzerleri örnek almalı'
16 Kasım 2011EURO 2012 elemelerinde aynı grupta mücadele eden iki takımdan Almanya, 10'da 10 yaparak açık ara grup lideri olurken, Türkiye zar zor ikinci sırada yer alıp play-off'a kalmıştı. Grup birincisi ile ikincisi arasında sadece 13 puan gibi muazzam bir fark yoktu, aynı zamanda iki ülkenin oynadığı futbol arasında da sanki onlarca ışık yılı vardı. Peki neydi Almanları bu kadar başarılı kılan? Bunu analiz etmek için 11-12 yıl öncesine kadar gitmek gerekiyor aslında.
"Turnuva takımı" olarak yedi düvele nam salan Almanya, EURO 2000 elemelerinde yine Türkiye ile aynı gruptaydı. Panzerler, Türk Milli Takımı'ndan sadece 1 puan almayı başarabilmişti. "Başarabilmişti" diyorum, çünkü Türkiye, her iki grup maçında da Almanya karşısında ezici bir futbol oynamış, Bursa'daki efsanevî maçı 1-0 kazanmış, Münih'deki rövanş maçından ise golsüz beraberlikle dönmüştü. Ancak Türkiye, diğer maçlarda sürpriz puanlar kaybedince Almanya, kötü performansına rağmen eleme grubunu 19 puanla lider tamamlamış, Türkiye ise 17 puanla grup ikincisi olmuştu.
Türkiye'nin ikramıyla EURO 2000'e doğrudan katılmayı başaran Almanlar, turnuvada kelimenin tam anlamıyla sefilleri oynadı. Erich Ribbeck yönetimindeki Alman Milli Takımı, sadece 1 gol atıp 1 puan toplayabildi. Hele hele son maçta Portekiz'in B takımına 3-0 mağlup olması, Alman futbolunun iflas ettiği yorumlarının yapılmasına neden olmuştu. Yani bugünkü Türk Milli Takımı'nın düştüğü durumla büyük paralellikler söz konusuydu.
Doğru zamanda doğru önlemler...
EURO 2000'deki bu dibe vuruş, Alman futbolu için tam bir dönüm noktası oldu. Karalar bağlayıp yas tutmak yerine serin kanlı bir şekilde durumu analiz eden Alman futbolunun ileri gelenleri, yeni bir yapılanmanın şart olduğu noktasında hemfikir kalarak kelimenin tam anlamıyla bir "seferberlik" ilân etti. Rudi Völler'le anlaşarak sadece A Milli Takımı yeniden yapılandırmakla kalmayan Almanya Futbol Federasyonu (DFB), aynı zamanda minik takımlar seviyesinden başlayarak gençlerin ve özellikle de göçmen kökenlilerin biran önce alt yaş gruplarında da milli takımlara entegre edilmesi için geniş kapsamlı ve sürdürülebilir projeler başlattı.
Tabii bu, uzun ve zahmetli bir yoldu. Kısa vadede kimsenin büyük bir başarı beklentisi yoktu. Buna rağmen Almanya, 2002 Dünya Şampiyonası'nda finale kadar yükselerek büyük bir sürpriz yaptı. İki yıl sonraki EURO 2004'te yeniden bir düşüş yaşansa da Almanya, 2000 yılında çizdiği yol haritasından taviz vermedi. Milli takım Jürgen Klinsmann-Joachim Löw ikilisine emanet edildi. Almanya, evsahipliği yaptığı 2006 Dünya Şampiyonası'nda 3'üncü oldu. Bu sırada takıma çok sayıda genç oyuncu kazandırılarak bugünün yenilmez armadasının temelleri sağlam bir şekilde atıldı. Klinsmann'ın yardımcısı Löw'le yoluna devam eden Almanya, EURO 2008 ve 2010 Dünya Şampiyonası'nda finale kadar yükselmeyi başardı, ancak her ikisinde de İspanya engelini aşamayarak ikincilikle yetinmek zorunda kaldı.
Gençlere güvenmek gerek
Bugün taraflı tarafsız tüm futbol yorumcularının üzerinde mutabık kaldığı bir gerçek var: Avrupa futbolunda İspanya ile birlikte Almanya Milli Takımı, diğer ülkelerin fersah fersah ilerisinde. Ancak bu iki ülke arasında ikili bir mukayese yapılacak olursa bir-iki bireysel oyuncu dışında takım olarak Almanya'nın daha avantajlı olduğu görülüyor. Herşeyden önce Almanya çok daha genç bir takım. Hatta şu anda dünyadaki milli takımlar içinde 24,2 ile en düşük yaş ortalamasına sahip ülkelerin başında geliyor. Kadroda 30 yaşın üzerinde sadece Miroslav Klose (33) bulunuyor.
İspanya'nın ise en büyük sorunu genç oyuncuları takıma yeteri kadar entegre edememek. Hâlihazırda 27,7'lik bir yaş ortalamasına sahip olan "Matadorlar"ın kadroyu gençleştirmemeleri durumunda EURO 2012'deki kadrosu 29 yaş sınırına dayanmış olacak. İspanya takımının beyni Xavi seneye 32 yaşına basıyor. Iniesta 28, golcü Villa 30, defansın bel kemiği Puyol 34 yaşında olacak. 2014 Dünya Şampiyonası'nda ise yaş ortalaması 30'un üzerine çıkacak.
Almanya ise aksine sürekli gençleşiyor. Hollanda ile oynanan ve Panzerlerin 3-0 kazandığı son hazırlık maçında 19'luk Mario Götze, 21 yaşındaki Toni Kroos, 22 yaşındaki Thomas Müller, Holger Badstuber ve Marko Reus gibi isimler forma giydi. 23 yaşındaki Mesut Özil, 26 yaşındaki Lukas Podolski ve 27 yaşındaki Bastian Schweinsteiger ise artık takımın "ağabeyleri" konumunda.
Ayrıca alt yaş gruplarındaki milli takımlarda mücadele eden gençler de A Milli Takım kadrosunu zorluyor. Leverkusen'in 21 yaşındaki süper açığı Andre Schürrle, Schalke'nin genç maestroları Julian Draxler (18) ve Lewis Holtby (21) ve Dortmund'un orta sahadaki beyni İlkay Gündoğan (21) ilk akla gelen isimler. Oysa Türkiye'de 28 yaşına gelmiş Semih Şentürk daha düne kadar "Genç Semih" olarak anılıyordu! İşte fark burada.
Bu tablo, EURO 2000 sonrası Alman futbolunda başlatılan "ulusal seferberlik" hareketinin bir sonucu. Almanya Futbol Federasyonu, 2014 Dünya Şampiyonası'na kadar sözleşmesi bulunan Milli Takım Teknik Direktörü Joachim Löw ile daha şimdiden uzun vadeli bir anlaşma yapabilmek için zemin yoklamaya başladı. Tam bir "kulüp takımı" havasında olan Almanya, bu istikrarını ve üstün form grafiğini devam ettirebilirse, EURO 2012'nin en büyük favorisi olacaktır. Dikkat edin; "en büyük favorilerinden" demiyorum, "en büyük favorisi" diyorum. Bunu söyleyebilmek için futbol ulemâsı olmaya gerek yok zira. Tıpkı "Türkiye, Hırvatistan engelini aşamaz" diyerek yaptığım ve ne yazık ki haklı çıktığım tespitimde olduğu gibi... Görünen köy kılavuz istemez demişler.
Türkiye'nin çıkarması gereken dersler
Alman futbolunun 2000 yılından beri geçirdiği evrimi uzun uzadıya anlatarak belki bilinenleri tekrar etmiş olduk. Ama buradan çıkarılması gereken büyük dersler var. Sadece "Türkiye, Panzerleri örnek almalı" şeklindeki başlığa bakarak belki bu görüşümü acımasızca eleştirenler olabilir. Ama sıkıcı da olsa, yukarıdaki hikâyeyi okuyanların büyük bir bölümü eminim bana katılacaktır.
Malum, bizler tez canlı insanlarız, hemen sonuca ulaşmak, başarıyı mümkün olan en çabuk şekilde yakalamak isteriz. Çok arzulu ve azimli olmamıza rağmen, "sabır" denilen mevhum ne yazık ki bize yabancı. Hayatta her alanda olduğu gibi sporda da başarının en önemli ön koşullarından biridir sabır ve istikrar. Türkiye'nin de kalıcı başarılar için artık gerekli sabrı göstermesi ve istikrarı yakalaması gerekiyor.
EURO 2012 hayallerinin suya düşmesinden sonra Türkiye'deki bütün spor yorumcuları "Milli Takım nasıl kurtulur?" sorusuna cevaben destanlar yazılıyor, televizyonlarda sabahlara kadar konu enine boyuna ele alınıyor. Bu yazıyı yazmaktaki amacımız, ille de "çorbada bizim de tuzumuz olsun" mantığı değil kesinlikle. Belki bazılarına hariçten gazel okumak gibi gelebilir, ama inanın, uzaktan bakınca daha sağlıklı analizler yapmak mümkün olabiliyor. Hani bazen ağaçlardan ormanı farkedemez ya insan; işte aynen o misal...
İsimler değil prensipler önemli
Bilindiği gibi Guus Hiddink, büyük umutlarla Milli Takım'ın başına getirilmişti. Ancak, daha önce Avustralya, Güney Kore ve Rusya milli takımlarını çalıştırırken uyguladığı "uzaktan kumanda ile takım yönetmek" yöntemini Türkiye'de de uygulmakta ısrar etti. Tabii TFF'nin buna neden seyirci kaldığı, niçin sözleşmede belirli şartlar yer almadığı ayrı bir konu.
Hatırlarsınız, birkaç yıl önce Fatih Terim'e Bahreyn'den çok cazip bir teklif gelmişti. Basında yer alan rakamlar doğruysa 10 milyon dolarlık bir teklifti bu. İnsanın reddetmesi için ya multimilyarder ya da deli olması lazım, değil mi? Ama Fatih hoca reddetmek zorunda kaldı. Çünkü Bahreyn Futbol Federasyonu, "Yılın 300 günü Bahreyn'de kalacaksın" şartını ileri sürmüştü. Bahreyn'in bu şartı kendi açısından son derece mâkul ve mantıklıydı. Ne yazık ki TFF benzer bir şartı Hiddink'e getiremedi ve takım Oğuz Çetin'in oyuncağı oldu. Çetin'in futbolculuğuna laf söylemek haddimize değil. Çocukluğumuzun örnek, beyfendi ve çok başarılı bir idolüydü. Ancak teknik direktörlüğü için ne yazık ki aynı şeyler geçerli değil. Hiddink'in, Hollanda'da villasındaki dev ekran televizyonunda Türkiye Süper Ligi'nden sadece dört büyüklerin maçlarını izleyerek kadro oluşturması mümkün olmadığına göre bu konuda Oğuz'un tavsiyelerine uymaktan başka çaresi yoktu. Ama yanlış kişiye güvendi.
Sonuçta Türk Milli Takımı'nı geldiği nokta malum. Kulüplerinde bile forma şansı bulamamasına rağmen kontenjandan ay-yıldızlı formayı banko giyen "Milli takım oyuncusu" diye dünyada eşi benzeri olmayan bir futbolcu prototipi ortaya çıktı. Milli duygulardan ziyade kulüpçülük ve kişisel kaprisler ön plana çıktı. Tüm faktörler biraraya gelince de dibe vuruş kaçınılmaz oldu.
Şimdi vakit, suçlu arama vakti değildir. Tamam, bazıları memnun olacaksa Oğuz'un yanında Hiddink'i de günah keçisi ilan edelim, kabul. Hatta TFF'yi de... Hatta ve hatta Volkan'ı, Arda'yı, Emre'yi... Var mı başka "kurban" isteyen? Buyrun alın! Ama artık adam harcamaya bir son vermek gerekiyor. Yani amaç bağcıyı dövmek olmamalı. Geçmişi yargılamak değil, analiz etmek gerekiyor. Tıpkı Almanya'nın EURO 2000 hezimetinden sonra yaptığı gibi orta ve uzun vadeli eylem planları hazırlanması kaçınılmaz.
Hedef EURO 2016 olmalı
Türk futbol kamuoyunun üzerinde mutabık kaldığı nokta, yeni hocanın mutlaka yerli olması gerektiği. Kimileri Mustafa Denizli ve Şenol Güneş gibi deneyimli isimlerden yana, kimileri ise Abdullah Avcı ve Ertuğrul Sağlam gibi genç ve başarıya aç teknik direktörlerden. Tabii nihai kararı kamuoyu değil, TFF verecek. Benim kanaatimce de genç ve başarıya aç bir çalıştırıcı daha uygun olur. Adı geçen adaylar arasında Abdullah Avcı benim de gönlümde yatan aslan. Eğer fırsat verilirse Türkiye'nin Alex Ferguson'u olabilecek kapasitede bir hoca. Türkiye U17 Milli Takımı ile Avrupa Şampiyonluğu ve dünya dördüncülüğü elde etmiş, İstanbul BB gibi "sıradan" bir takımı Türkiye Kupası'nda finale kadar taşımış tam bir sistem adamı. Genç oyuncuları kazanmayı da çok iyi beceriyor.
Ancak ister Abdullah Avcı isterse Ertuğrul Sağlam ya da başka bir isim tercih edilsin; hedef kesinlikle EURO 2016 olmalıdır. Yeni gelecek antrenöre kayıtsız şartsız güvenilmek zorunda. Alıncak üç yenilgiden sonra "istifa" sesleri artık yükselmemeli. Kısa vadeli başarılarla avunmak yerine uzun vadeli hedeflere odaklanılmalı. Zaten Türk futbolu şike iddiaları nedeniyle zor günler yaşıyordu, milli takımın içler acısı haliyle durum daha da vahim hâle geldi. Türk futbolunda bir "arınma" sürecine girilmeli ve buna ilk etapta milli takımlardan başlanılmalı. Özellikle "milli takımlar" dedim, çünkü sadece A Milli Takım'ı yeniden yapılandırmakla kalıcı başarı gelmez. Yeni teknik direktör tüm yaş gruplarındaki milli takımlardan sorumlu olmalı.
TFF Sportif Direktörlüğü ihdas edilmeli
İşin idari koordinasyonu için de TFF bünyesinde bir "Milli Takımlar Sportif Direktörlüğü" ihdas edilmelidir. Yönetim Kurulu üyesi Cüneyt Tanman ya da Rıdvan Dilmen, Metin Tekin gibi aklıselim futbol adamları bu görevi üstlenebilir. Almanya'nın başarısının ardındaki en önemli sırlardan biri de Matthias Sammer gibi bir futbol dehâsının Federasyon bünyesinde geniş yetkilerle sportif direktörlük görevinde bulunuyor olması. Nasıl ki her büyük kulübün bir sportif direktörü var, milli takımın da olmalı. Basınla, kamuoyuyla, FIFA ve UEFA ile TFF Başkanı değil, doğrudan sportif direktör muhatâb olmalı. Zira TFF Başkanı ya da yönetim kurulu üyeleri sadece Türk Milli Takımı'ndan değil, Türk futbolunun genelinden sorumludur. Profesyonelleşmek için bu yönde bir adımlar atılması şart.
Gelecek aydınlık
Gecenin en karanlık dilimi, güneş doğmadan önceki son üçte birlik dilimdir. Şu anda Türk futbolu da bu karanlık dönemi yaşıyor. Ancak şafak vakti yakındır. Güneşin doğuşunu umutla beklemek gerek. Bu kesinlikle Pollyannacılık oynamak değil, sadece bardağın dolu tarafını görmeye çalışmaktır. Şu anda eldeki futbolcu malzemesine bakıldığında Nuri Şahin, Arda Turan, Gökhan Töre, Ömer Toprak, Mehmet Ekici, Sinan Bolat, Serdar Kesimal, Serdar Aziz, Necip Uysal, İsmail Köybaşı ve Cenk Tosun gibi önümüzdeki 10 yıla damgasını vurabilecek kapasitede yıldız ve yıldız adayları var. Farkında olmadan kaleci dâhil 11 isim saymışım bile. Bu isimlere bir de Tunay Torun, Alper Potuk, Emre Çolak, Özgür Çek, Gökay Iravul, Okan Alkan, Semih Kaya, Şahin Aygüneş ve Muhammet Demir gibi genç yıldız adaylarını eklersek, buyrun size muazzam bir malzeme. Tabii mevcut kadrodan Selçuk İnan, Mehmet Topal, Hamit Altıntop, Burak Yılmaz, Gökhan Gönül, Caner Erkin ve Egemen Korkmaz gibi isimler de en az 4-5 yıl üst düzey performans gösterebilecek kapasitede oyuncular. Böylece yaklaşık 26-27 kişilik futbolcu havuzuna ulaşmış oluyoruz. Deneyimli oyuncularla gençleri kaynaştırmak da yeni gelecek teknik direktöre düşüyor.
Tabii bu havuzun suyunu tazelemek, arada sırada devirdaim yapmak da gerek. Yoksa havuz sağlıksız hâle gelir. Yani takıma, altyapıdan kademeli olarak yeni gençler de birer-ikişer entegre etmeye çalışılmalı. A Milli Takım hangi sistemle oynuyorsa, tüm genç milli takımlar da aynı sistemi benimsemeli. Ayrıca Türkiye artık kendi futbolcusunu yetiştirmeye çalışmalı. Sırf gurbetçi futbolculara yönelip "armut piş, ağzıma düş" felsefesine bel bağlamak da son derece sakıncalı. Herşeyde olduğu gibi bu noktada da dengeli olmak şart. İdeal karışımı yakalayabilmek, en doğru yol olsa gerek.
Uzun lafın kısası: Eğer Türk futbolcuların yapısına uygun bir sistem entegre edilir ve gerekli sabır gösterilirse bu, dibe vurmuş Türk futbolunu sadece ayağa kaldırmakla kalmaz, aynı zamanda dünya futbol arenasında istikrarı yakalayan ve büyük hedefler peşinde koşan bir konuma da getirebilir. Tabii karamsarlıktan ve çıkar çatışmalarından uzak durulması kaydıyla...
© Deutsche Welle Türkçe
Analiz: Murat Çelikkafa
Editör: Ufuk Çakır