Her ne kadar yaklaşık on ay sonra yapılacak yerel seçimler nedeniyle Türkiye'deki seçim ateşi tümden sönmeyecekse de ertelenmiş, birikmiş sorunların çözümü gündemdeki asıl yerini yeniden aldı. Özellikle ekonomideki sıkıntılar ve sürdürülemeyecek politikalar nedeniyle yeni Cumhurbaşkanlığı kabinesiyle ilgili en merakla beklenen soru ekonominin dümenine kimin geçeceğiydi. Devir teslim töreni sırasında selefinin yanında "irrasyonel politikalardan" vazgeçileceğini söyleyen Mehmet Şimşek'in dönmeye ikna edilmesiyle göreli bir ferahlama yaşandı.
Genelde ılımlı diye değerlendirilen ve olumlu karşılanan kabinede üzerinde en çok yorum yapılan ikinci atama ise MİT müsteşarı Hakan Fidan'ın dışişlerinin başına geçirilmesiydi. Yeni Bakan'ın Türkiye istihbaratının başında 13 yıl geçirmiş, dış politikanın özellikle de Suriye'ye yönelik politikanın şekillenmesinde ve uygulanmasında sözü ciddi ağırlık taşımış Fidan olması elbette dikkatleri çekti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından pek çok resmi ziyarette kendisine refakat etmesi istenen, yani dış politika çerçevesinin hep içinde yer alan Fidan, 2013 yılında Beyaz Ev'de dönemin ABD Başkanı Obama ile yenilen akşam yemeğinde Türk tarafındaki üç kişiden de birisiydi. Daha o zamanlardan en azından Amerikan çevrelerinde dış politikada söz sahibi olduğuna inanılıyor, meseleler kendisiyle konuşuluyordu.
MİT'in başına da fiilen Türk dış politikasının oluşturulması ve uygulamasında söz sahibi olmuş, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kritik bazı temaslar için önemli başkentlere gönderilmiş, yurt dışındaki tanınırlığı yüksek Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın'ın atanması dış politikada istihbarat ve diplomasinin yakın işbirliği içinde olacakları bir değişimin beklendiğini düşündürdü. Ancak sonuçta dış politikanın çerçevesini çizecek olan Cumhurbaşkanı Erdoğan'dır. Bunun uygulamasında bakan Fidan'ın hareket alanının ne kadar geniş olduğu gelişmeler ışığında anlaşılır.
Uluslararası finans piyasalarına yakınlaşması gerekecek
Önümüzdeki dönemde dış politikanın ne yönde gelişeceğini tartışırken iki unsuru mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir. Birincisi Türkiye'nin 2018 yılından beri denediği "irrasyonel" ekonomi politikaları sonucu geldiği tıkanıklık noktasından çıkmak zorunda olması ve bunun için de yeni finansman kaynakları bulmanın elzem sayılmasıdır. Körfez ülkeleri, Rusya ve Çin gibi ülkeler ilk elde akla gelse de ekonomisi Avrupa ekonomisiyle bütünleşmiş Türkiye'nin uluslararası finans piyasalarına da yeniden yakınlaşması gerekecektir. Bu durumda içeride ekonominin sermaye piyasalarına güven verecek tarzda yönetilmesi kadar Batılı ülkelerle ilişkilerin gerginlikten uzak şekilde yürütülmesi önem taşıyacaktır.
İkinci ve belki de daha önemli unsur Türk dış politikasının kavramsal yaklaşımında "stratejik özerklik" hedefinin taşıdığı ağırlıktır. Asimetrik çok kutuplulukla tanımlanacak bir dünya düzeninde Türkiye, başka bölgesel güçler gibi, kendisine geniş bir manevra alanı açıldığı görüşündedir. Batı ittifakı üyesi olduğu halde, Batı'nın göreli ağırlığının azaldığı bir dünya düzeninde kendi bölgesel çıkarlarını kendi uygun gördüğü şekilde korumak peşindedir. Galip Dalay'ın tanımlamasıyla "Türkiye'nin dış politikasının varsayımı ve başlangıç noktası küresel siyasetin eskisi kadar Batı-merkezli olmadığı ancak halen Batı-sonrası da olmadığı yönündedir".
Bu durumda Ankara'nın Ukrayna savaşında sürdürdüğü denge politikasından vazgeçmeyeceğini öngörebiliriz. Seçimlerde tercihini açıkça Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan yana koyan Putin'in de bunun karşılığında elde edebileceklerinin sınırlı olması gerekir. Ancak savaşın Rusya lehine sonuçlanması ve Moskova'nın Karadeniz'de güç ve ağırlığını artırması durumunda Ankara pozisyonunu değiştirmek zorunda kalabilir. Bu bağlamda Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan'ın yemin törenine gelmesi bu ülkenin giderek Rusya yörüngesinden çıkma arzusu kadar Türkiye'nin güney Kafkasya'da güç dengesini kendi lehine değiştirme arzusunun bir işareti olarak okunabilir. Bu eğilim sürecektir.
Yeni Bakan'ın portföyündeki ikinci önemli dosya Suriye meselesidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriyeli mevkidaşı ile bir araya gelmeyi uzun süredir istiyor. Beşar Esad Türk askerleri ülkesinin kuzeyinden çekilmedikçe buna yanaşmayacağını çeşitli zamanlarda ve ortamlarda söyledi. Esad'ın eli, Arap Birliği'ne döndükten sonra daha da güçlenmiştir. Dolayısıyla bir buluşma için fazla istekli olmasını gerektirecek bir baskı üzerinde yoktur. Hakan Fidan, MİT başkanı olarak Suriye istihbaratıyla gerekli görüldüğünde irtibat halindeydi. Suriye de sonuçta bir istihbarat devleti olduğuna göre ileride bu ilişkilerin diplomatik açılımları kolaylaştırması da beklenebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan görevi kabul ediş konuşmasında Suriye'ye yönelik politikaların devam edeceğini, yani PYD/YPG denetiminde özerk bir Kürt siyasi varlığı oluşmasına karşı çıkmaya devam edileceğini söyledi. Buna karşılık yerel seçimlerden önce ülkedeki sığınmacıları geri göndermek gibi bir önceliği de var. Üstelik dönenlerin barınacağı binaların yapılmasında da Türk şirketlerinin aslan payını almasını istiyor.
Suriye ile ilişkilerin geleceğinde Rusya, Arap dünyası ve İran'ın söz hakkı var. Türkiye Rusya ve İran ile Astana sürecinde ortak ancak hedefleri ve çıkarları özellikle Tahran ile uyuşmuyor. Ankara'nın Ortadoğu'da Sünni liderlik hamlesi hüsranla sonuçlandığından ve giderek bölgede diplomatik ağırlığını daha fazla hissettiren Suudi Arabistan, Türkiye'nin Suriye'nin geleceğinde ağırlıklı bir rol oynamasını istemeyeceğinden geçmişe göre farklı bir siyaset izlenebileceğini düşünebiliriz. Bu bağlamda İsrail ile ilişkilerin Filistin meselesinde büyük facialar yaşanmadığı taktirde daha yakınlaşacağını da öngörebiliriz.
Ne içindeyim ittifakın ne de tam dışında
Önyargıyla bakanlar ne derlerse desinler Türkiye askerî açıdan NATO'nun en fazla katkıda bulunan üyelerinden birisidir. Yani Türkiye'nin müttefikliğinden bu açıdan şüphe duymanın ve hatta bazılarının yaptığı gibi örgütten atılmasını savunmanın iler tutar bir yanı yoktur. Karadeniz'in, Doğu Akdeniz'in stratejik alanlar olarak ön plana çıktıkları bir dünyada Türkiye, Batı ittifakı açısından merkezi öneme sahip bir ülkedir. Ancak siyasi olarak Ankara, NATO içinde sorun çıkarmaktadır. Şikayetlere sebep olan da budur. İsveç'in üyeliğine onay verilmesi halen ortadaki en önemli konudur. İsveç'te yeni terör yasasının yürürlüğe girmesi, İsveç yüksek mahkemesinin aslında uyuşturucu kaçakçılığından aranan bir PKK sempatizanını geri göndermeyi kabul etmesi gibi gelişmelerin de katkısıyla Vilnius zirvesinden önce Türkiye'nin vetosunu kaldıracağını düşünüyorum.
Bunun karşılığında ABD Senatosu'nda onay bekleyen F-16 paketinin geçeceğini de sanıyorum. Biden yönetimiyle sorunlar bu iki meselenin çözülmesi ile sona ermeyecektir. Suriye'de ABD'nin PYD/YPG'ye destek vermesi, Kıbrıs Rum yönetimine yönelik silah ambargosunun kalkması gibi konular Ankara açısından, S-400 füze sisteminin varlığı da Washington ve NATO açısından ilişkilerin makul bir düzeye gelmesini engellemeye devam ediyor. Kısa sürede bu sorunların aşılması mümkün olmayacaktır.
Özetlemek gerekirse yeni dönemde Türkiye'nin yalnız yakın çevresiyle değil Batılı müttefikleriyle de ilişkilerinde bir yumuşama görülecektir. Olaf Sholz'un Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı Berlin'e davet etmesi AB ile ilişkiler açısından bunun önemli göstergelerinden birisidir. Ortadoğu'da Tel Aviv ile Ankara arasındaki eski güvenlik ve işbirliği ekseni tahkim edilecek, güney Kafkasya'da Batı ittifakı ve Türkiye açısından önem taşıyan Rusya'nın geriletilmesine yönelik siyaset sürdürülecektir. Rusya-Ukrayna savaşında ve Rusya ile ilişkilerde ise yakın dönemdeki çizginin değişmesini gerektirecek bir durum ortada yoktur.
İleriye yönelik olarak söylenebilecek ve belki başka yazılarda ele alınacak soruları gündeme getirerek yazıyı bitireyim: "Stratejik özerklik" hedefinin sınırları nedir? Ekonomisi güçsüz bir ülke sadece coğrafyasının imkanlarına dayanarak ulusal çıkarlarını savunabilir mi? Dünya sisteminde dengeler yerli yerine oturduğunda bölgesel güçlerin manevra alanı bugünkü kadar geniş kalacak mıdır? Batı ile ilişkilerini konsolide etmemiş veya bunları kendisine özerklik tanıyan yeni bir mutabakat zeminine oturtmamış bir Türkiye tüm iddialarını gerçekleştirebilecek gücü nereden bulacaktır? Bu iddiaları gerçekleştirmek için gerekli iç düzenin ana unsurları neler olmalıdır?