Gülen: Türk siyasetinin Frankenştaynı
11 Temmuz 2017Yetmişli yılların ortalarında varlık göstermeye başladıktan sonra yıllar içinde giderek güçlenen ve Türk siyasetinin Frankenştaynı haline gelen Gülen cemaatinin lideri Fethullah Gülen, Türkiye'nin son 40 yılında derin izler bıraktı. Bıraktığı derin izlerin arkasında da sessiz sessiz uygulanan uzun soluklu bir strateji yatıyordu. Ilımlı bir İslam hareketi olarak ortaya çıkıp küresel bir ağa dönüşen ve okullarında yetiştirdiği gençleri Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olabilecek kadrolara yerleştirmeye çalışan cemaat, İslam’ın Türkiye’de siyasallaşmasında önemli rol oynayan aktörlerden biri.
Ancak Gülen cemaati bugün Türkiye'de yıllardır uygulamaya çalıştığı söylenen stratejinin sonuna gelmiş görünüyor. Kadroları dağıtılıyor, okulları kapatılıyor ve Fethullah Gülen de yargı kıskacına alınmaya çalışılıyor. 15 Temmuz’un baş sorumlusu olarak ABD'den iadesini isteyen hükümet, öte yandan ise Gülen’i vatandaşlıktan çıkarma hazırlığı içinde. Ancak bunun gerçekleşmesi durumunda Gülen’in Türkiye’ye dönüşü oldukça zorlaşacak.
"Dokunan yanıyordu"
Oysa henüz kısa bir zaman öncesine kadar devlet içindeki cemaat kadroları gücünün doruğundaydı. Tam da İmamın Ordusu adlı kitabının hazırlıklarını yaparken tutuklanan gazeteci Ahmet Şık’ın dediği gibi "dokunan yanıyordu".
Kitabında Gülen cemaatinin polis içindeki örgütlenmesini anlatan Ahmet Şık’ın bu sözleri, Gülen yapılanmasının yakın geçmişine bakıldığında bir gerçekliğe dönüşüyor. Ergenekon soruşturması kapsamında evi basılarak gözaltına alınan Ahmet Şık, henüz kitabı basılmamışken tutuklanmıştı. "Kumpas davası" olarak anılan Ergenekon kapsamında 274 sanıkla birlikte yargılanan Ahmet Şık, bu davadan daha sonra beraat etti.
Ahmet Şık, sonradan basılan ve 15 Temmuz ardından güncellediği kitabında Gülen cemaatinin Türk Silahlı Kuvvetleri içinde de örgütlendiğine değiniyor ve 2000’li yıllarından ardından gücünün doruğuna nasıl çıktığını gözler önüne seriyor. Şık’ın kitabındaki; "Cemaatlerin, dini sivil toplum örgütleri olduğunu öne sürenler olsa da Gülen hareketi için bu tespiti yapmanın ne kadar doğru olduğu tartışmalı. 1970’lerden başlayarak özellikle eğitim alanında yaptığı yatırımlarla, geleceğin yönetici kadroları olacağını düşündükleri ‘Altın Nesil’ tam da hesaplandığı gibi 2000’li yıllarla birlikte artık bürokrasiye yerleşmiş durumda" ifadesi çarpıcı.
Cemaate karşı açılan ilk soruşturma
Cemaatin Türkiye gündemine girmesi de özellikle eğitim alanında dikkat çeken faaliyetleri oldu. "Laik ve cemaat karşıtı kesimleri tasfiye etmek amacıyla Gülen’e yakın polis ve yargı mensuplarının girişimi" ile açıldığı savunulan Ergenekon davasının sanıklarından biri olan CHP milletvekili İlhan Cihaner, Gülen cemaatine karşı ilk soruşturmayı açan savcı. Cihaner’in eski Erzincan Başsavcısı iken yaşadıkları, yargı içinde görünmez bir elin nasıl yavaş yavaş uzadığının da bir kanıtı gibi. 2010 yılında makam odası basılarak gözaltına alınan Cihaner, başına gelenleri DW Türkçe’ye anlatırken, Ergenekon dosyası kapsamında tutuklanmasının ardından Gülen cemaati ile ilgili yürüttüğü soruşturmanın kapatıldığını söylüyor. "İrtica ile Mücadele Eylem Planı" adlı belge ile ilgili bağlantılı olarak tutuklanan ve yargılama sonucunda beraat eden İlhan Cihaner bugün artık bir hukukçu olarak değil, siyasetçi olarak hayatına devam ediyor.
CHP İstanbul Milletvekili İlhan Cihaner’in Gülen cemaatinin izini sürmeye başlaması 1990’ların sonlarına uzanıyor. Erzincan Başsavcısı iken Erzincan'da İsmailağa olarak bilinen bir cemaatle ilgili soruşturma açan Cihaner, "Başlattığım soruşturma özellikle küçük yaştaki çocukların devşirilerek medrese türü okullarda kanuna aykırı eğitim verilmesi suçu ile başladı. Ancak soruşturma sırasında İsmailağa cemaati olarak bilinen bu yapının, Türkiye'yi adeta bir ağ gibi sardığını adeta paralel bir milli eğitim gibi çalıştığını gördüm" diyor.
Cihaner, ancak soruşturmayı başta Fethullah Gülen grubu olmak üzere benzer yapılanmaları kapsayacak şekilde genişletmişken baskılarla karşılaşmış. Adalet Bakanlığı, dosyayı sonlandırmasını veya Erzurum’a gönderilmesini istemiş. İsmailağa dosyasını Erzurum’a gönderen Cihaner, Gülen soruşturmasına devam etmiş. Ancak Gülen soruşturmasını sürdürürken gözaltına alınan Cihaner tutuklanmış, dosyası da yine Erzurum’a gönderilmiş ve dosya daha sonra kapatılmış.
Cihaner, "Ben, sonradan yalan tanıklık yaptıkları açığa çıkan gizli tanık ifadeleri ve bir dizi hukuk dışı prosedürle tutuklanınca Fethullah Gülen dosyası Erzurum savcılığına gitti ve soruşturma takipsizlikle kapatıldı" diyor.
"80’li yıllarda sinsice kadrolaştılar"
Cemaatin iç yüzünü anlattığı 2006 tarihli "Türkiye Nasıl Kuşatıldı?" adlı kitabı nedeniyle baskılarla karşı karşıya kaldığını anlatan bir diğer isim de gazeteci Merdan Yanardağ. Yanardağ da Ergenekon sanıklarından biri. Eylül 2013'te tutuklanan ve Mart 2014'te serbest bırakılan Yanardağ, Gülen cemaatiyle ilgili yıllardır araştırmalar yapıyor, kitaplar yazıyor. Cemaatin özellikle emniyet içinde kadrolaşmasının 80’li yıllarda önünün açıldığını söyleyen Yanardağ, "Son 35 yıl içinde adım adım özellikle eğitim ve iş dünyası başta olmak üzere sağlık ve medya içinde yapılanmaya başladılar. İlginç bir yapıdır, Opus Dei gibi. Vatikan’daki bir mason locası gibi bir yapılanmadır bu" diye anlatıyor cemaati. Yanardağ, Özal döneminde sinsice örgütlendiğini belirttiği cemaatin; bütün sağcı hükümetlerle işbirliği yaptığını ve laiklikten yana bir dini cemaat olduğuna dair bir imaj yarattığını ifade ediyor.
Cemaatin en büyük atılımını ise AKP iktidarı döneminde yaptığını söyleyen Yanardağ, cemaatin hükümeti ele geçirmek isteyecek kadar güçlendiğini ifade ediyor. Yanardağ, "Tayyip Erdoğan’ın bulunmadığı bir AKP ve ona yakın bakanların bulunmadığı bir hükümet oluşturmaya, doğrudan Türkiye’nin yönetimine el koymaya çalıştılar. Ancak bu olmadı, başarısız oldular" diyor.
15 Temmuz’daki darbe girişimini cemaate yakın isimlerin düzenlediğini düşünen Yanardağ, darbe girişiminin kendisi için şaşırtıcı olmadığını belirtiyor ve devam ediyor: "Çünkü cemaat daha önce bir dizi cinayet işlemiş, silah kullanmış, kan dökmüş bir örgüttü."
Hablemitoğlu cinayeti
Merdan Yanardağ, bu cinayetlere Hrant Dink’in ve Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesini örnek gösteriyor. 2002’de Ankara’da evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülen akademisyen Hablemitoğlu, öldürülmeden önce Gülen cemaatini anlattığı Köstebek adlı bir kitap yazmıştı. Kitabı basılmadan suikasta kurban giden Hablemitoğlu’nun ölümüyle ilgili şimdiye kadar açılmış bir dava bile yok. Çünkü faili bulunamıyor, izine bile rastlanamıyor. Necip Hablemitoğlu’nun eşi Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu ise faili meçhule kurban giden eşi için yıllardır adalet arayışında.
Faili bulunamayan cinayet önce Ergenekon davasına dahil edilmişti, hükümetle Gülen cemaati arasındaki iplerin koptuğu 17-25 Aralık operasyonlarından sonra ise cinayet Ergenekon dosyası içinden çıkarılıp Gülen cemaatine karşı açılan ana davaya dahil edildi.
"Bu cinayet kullanışlı bir cinayet oldu“ diyen Hablemitoğlu, şöyle devam ediyor: “Cinayetin cemaatle bağlantılı olduğuna dair bir işareti bizim algılamamıza imkan yok. Biz böyle bir çıkarımda bulunamayız. Böyle bir çıkarımda bulunursak, biz savcı olmuş oluyoruz."
Cinayetin "FETÖ davası dosyasının eklerinde yer aldığını ve dosyanın garip bir şekilde ilerlediğini" söyleyen Hablemitoğlu, eşinin Gülen cemaatini anlattığı Köstebek kitabını yazarken ölüm tehditleri aldığını da sözlerine ekliyor. Eşinin Gülen cemaatinin sadece devlet yapılanmasında değil, eğitim ayağında da neler yaptığını belirten Hablemitoğlu, Necip Hablemitoğlu’nun kitabının söylentilere değil, somut verilere dayandığını vurguluyor.
Gülen cemaatinin böylesine güç kazanmasının ise kendisini şaşırtmadığını ifade eden Hablemitoğlu, cemaatin güçlenmesinin engellenmesinin geçmişte mümkün olduğunu belirterek "Demek ki engellenmek istenmedi" diyor ve umutsuz olsa da adalet bekliyor.
"Mücadele edilmesi güç bir kuvvet haline geldi"
Geçmişte Türkiye’de bazı cesur politikacıların cemaatle mücadele etmeye çalıştığını ve sonradan mücadele edilmesinin de güç bir kuvvet halini aldığını belirten CHP Milletvekili İlhan Cihaner, "Benim olayımda olduğu gibi devlet tüm azametiyle Gülen’in yanında yer aldı. Bu anlamda göstermelik ve engellenen girişimlerden ibaret kaldı" diyor. Cihaner, cemaatle mücadele etmek isteyenlerin ya istifa ya da iflas ettirildiğini veya cezaevine atıldığını söylüyor.
MİT ve dershane krizlerinin ardından patlak veren 17-25 Aralık soruşturmaları sonrası ise devran döndü, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından da AKP ve Gülen cemaati arasındaki ipler koptu. Dünya 16 Temmuz sabahı başka bir Türkiye’ye uyandı. AKP ve Gülen cemaatinin faaliyetlerini yakından izleyen çok sayıda kişi darbe girişiminin arkasında Gülen cemaatinin olduğu kanısında. Hükümetin talimatı ile 15 Temmuz sonrası başlatılan operasyonlarda cemaatle bağlantılı olduğu iddiasıyla on binlerce kişi görevinden alındı, binlerce kişi tutuklandı ve binlercesi hakkında da dava açıldı.
Gülen cemaati ile organik bağı olmayan kişilerin tutuklanması ise bu operasyonların hukuki olup olmadığı konusunda kuşkuya yol açtı. Ve bu sürecin asıl kurbanları her iki tarafı da eleştirenler oldu. Bunun başlıca örneği de gazeteci Ahmet Şık. İmamın Ordusu kitabı nedeniyle Mart 2011’de gözaltına alınan ve 11 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan Şık, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası 2016’da bu sefer de PKK-KCK ve DHKP-C suçlaması nedeniyle tutuklandı. Ahmet Şık, 15 Temmuz sonrası güncellediği kitabında AKP’ye de sert eleştiriler yöneltiyor ve "Cemaat‘in kuşatma sürecinin sorumluları arasında çok sayıda hükümet ve kişi bulunuyor. Ancak en büyük sorumlunun AKP olduğu da bir gerçek" diyordu.
Cihaner’e göre AKP, Gülen cemaati ile yeterince mücadele edemez. Cihaner, "17-25 Aralık tarihini milat olarak kabul etmek, Gülencilere verilmiş en büyük hayat öpücüğüdür. Hukukta karşılığı olmadığı gibi Gülencilerin geçmiş ve büyük suçlarını aklamak anlamına gelir" diyerek, 17-25 Aralık öncesinin de araştırılmasını istiyor.
© Deutsche Welle Türkçe
Hülya Schenk