Festivalde siyasi kimlik öne çıkıyor
17 Şubat 2016Doğu’da bir köy. Zifiri karanlık bir gece ve bu karanlığı yırtan patlama ve silah sesleri. Soner Caner ve Barış Kaya’nın birlikte çektiği “Rauf”, işte bu coğrafyada yaşayan ufak bir çocuğun ilk kez aşık oluşu ve aşkın sembolü olarak pembe rengini arayışı üzerine kurulu bir film. Filmin neden gençlik ve çocuk filmlerinin kabul edildiği bölümden davetiye aldığı ise bir muamma. Zira “Rauf” aynı zamanda savaşı da bir çocuğun gözünden anlatıyor ve bir çocuk filmi olarak sınıflandırılması pek mümkün değil.
“Savaşan taraf hiç önemli değil”
“Rauf”, çatışmaların gölgesinin düştüğü, kayıpların birer hayalet gibi, köy hayatının birer parçası olduğu bir atmosferi aktarıyor, ancak ne Türkiye Cumhuriyeti ordusunun, ne de PKK’nın adı telaffuz ediliyor filmde. Yönetmen Barış Kaya, amaçlarının siyasi mesaj vermek olmadığını belirtiyor:
“Savaşan taraf hiç önemli değil. Bu Kürtler-Türkler olur, Suriye olur, Rusya olur, dünyadaki bütün savaşlarda aslında insanların, özellikle çocukların yaşama hakkı, mutluluk hakkı bizim için çok önemliydi. Rauf’un pembeyi aramasının sembolik anlamı, oradaki pembe bizim için huzur. Bir çocuğun bir sabah kalktığında ya da gece yattığında top sesleriyle, mermi sesleriyle değil, ertesi gün ne renk kıyafet giyeceğini düşünerek uyanması gerektiğini, hayatı zorla değil gerçekten bir oyun gibi, çocukken yaşaması gerektiğini düşünüyoruz. Ve bu hakkın ellerinden alınmamasını istiyoruz.”
“Ağlıyorlar ama benim hoşuma gidiyor”
Soner Caner senaryoyu yazdığında Türkiye’de “Açılım Süreci” bile yokmuş. Ancak günümüzdeki tablo, filmi çok güncel bir konuma oturtuyor. Kamera yönetmeni Vedat Özdemir’in titiz çalışmasıyla, kar kaplı uçsuz bucaksız ova görüntülerinin de masalsı bir etki yaptığı film, epey vurucu bir şekilde bitiyor. Filmin yönetmenliğini birlikte üstlenen Barış Kaya ve Soner Caner:
“-İnsanları o kadar üzmemeli miydik, biraz daha hafif olabilirdi sonu, diye düşünüyoruz en azından.
-Bunları yaşayan çocuklar için, Rauf gibi çocuklar için biraz üzülmek, gözyaşı akıtmak gerekir ki sanırım, içimizdeki o vicdansızlık biraz azalsın ve biraz oradaki hayatların da bir kıymeti olduğunu, savaşın içindeki çocuğun ne kadar acı çektiğini, nasıl travmalara düştüğünü hissedebilelim. Evet, seyirciler ağlıyorlar ama benim hoşuma gidiyor açıkçası bu.”
Chicago Irak’tan tehlikeli
Afro-Amerikan kült yönetmen Spike Lee’nin Berlinale’de gösterilen son filmi “Chi-raq” ise kategorize edilmesi zor bir film. Bir Hip-Hop müzikali olarak nitelendirilebilecek olan film, hiciv ağırlıklı bir komedi, ama aynı zamanda da bir trajedi. “Chi-Raq” ile ABD’deki silah ve şiddet olgusunu eleştiren Spike Lee, filmin adını şöyle açıklıyor: “Chi-Raq, Chicagolu rapçiler tarafından oluşturulan bir terim. Bu kelime ile Chicago’nun güney ve batı mahallelerindeki yaşam, Irak’taki yaşama benzetiliyor.” Zira son 15 yılda Chicago’da ateşli silahlarla hayatını kaybedenlerin sayısı, Afganistan ve Irak savaşlarında ölen Amerikalıların sayısının toplamından daha fazla.
Spike Lee’nin filmi, tiyatro tarihinin ilk savaş karşıtı oyunlarından biri olarak kabul edilen ve ilk kez M.Ö. 411 yılında sahnelenen Yunan eser “Lysistrata”yı bir anlamda 21. Yüzyıl Chicagosuna taşıyor. “Lysistrata”, kadınların savaş bitene kadar erkeklerle yatmama kararı almaları ekseninde dönerken, “Chi-Raq” da siyahi erkeklerin bitmek tükenmek bilmeyen çete savaşlarını sona erdirmek amacıyla seks grevine giden kadınların hikayesi.
Lee “ABD şiddet dolu bir ülke. Ateşli silahların sayısı sürekli artıyor. Korkunç. Bu silahlarla her gün ortalama 99 Amerikalı hayatını kaybediyor. Yapılacak çok şey var” şeklinde konuşuyor.
Senaryodaki diyalog ve şarkıların da eski Yunan geleneğine bağlı kalınarak uyaklı olmasına özen gösterildiği film, büyük beğeni topladı, ancak yarışma dışı gösterildiği için Altın ve Gümüş Ayı adayları arasında değil.
‘Gerilla yönetmen’ hem güldürüyor, hem düşündürüyor
Amerikan Sinemasi’nin “gerilla belgeselcisi” olarak adlandırabileceğimiz Michael Moore’un da yeni filmi “Where to invade next” gösterildi Berlin’de. Daha önce Amerika’nın yaralarına parmak basan yönetmen, bu sefer kendi ülkesinin dertlerine çare bulabilmek için bir dizi yabancı ülkeyi ziyaret edip, o ülkelerin olumlu yanlarını ve bu noktaya nasıl geldiklerini inceliyor. Örneğin cinayetten yatan bir tutuklunun mutfakta elinin altında keskin bıçaklar olmasının normal karşılandığı Norveç’teki liberal hapishane sistemini mercek altına alıyor:
Almanya’dan İtalya’ya, Tunus’tan Finlandiya’ya kadar birçok ülkenin iyi fikirlerini ABD’ye uyarlamak için toplayan yönetmenin filmi, kahkahalarla güldüren, ama aynı cümlede Amerika’daki olumsuzlukları da gözönüne serdiği için insani dehşete düşüren bir yapım. Michael Moore sağlık sorunları nedeniyle “Where to invade next” filmini tanıtmak için geleceği Berlin’e ziyaretini iptal etmek zorunda kaldı.
© Deutsche Welle Türkçe
Aydın Üstünel, DW Berlin