1. İçeriğe git
  2. Ana menüye git
  3. DW'nin diğer sayfalarına git

Ergin: İfade özgürlüğü ödülü almak mutlu bir vesile değil

13 Haziran 2016

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin, DW İfade Özgürlüğü ödülünü alırken yaptığı konuşmada, ödülün Türkiye'deki ifade özgürlüğü durumu için bir mesaj taşıdığını belirtti.

https://p.dw.com/p/1J5cb
Fotoğraf: DW/M. Müller

Sedat Ergin DW İfade Özgürlüğü Ödülü'nü aldı

Deutsche Welle İfade Özgürlüğü Ödülü’nü almak benim için büyük bir onur. Öncelikle Deutsche Welle yönetim kuruluna beni ve gazetemi bu ödüle layık gördükleri için teşekkürlerimi ifade etmek isterim. Bu fırsattan istifade ederek Deutsche Welle Genel Müdürü Peter Limbourg’a da selamlarımı sunmak isterim. Geçen yıl eylül ayında gazetemizin binası iki kez saldırıya uğradığı zaman bize destek olmak için gazetemizi ziyaret etmesini her zaman hatırlayacağım. Bu ziyaret bize, içimizden biri saldırıya uğradığında ve basın özgürlüğü hedef alındığında gazeteciler arasında dayanışmanın ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu gösterdi.

Bu ödülü almanın bende karışık duygular uyandırdığını itiraf etmeliyim. Ödüller genellikle alıcısına memnuniyet getirir. Ancak ifade özgürlüğü ödülü almak hiç de mutlu bir vesile değil. Eğer aldığınız ödülün konusu ifade özgürlüğüyse, bu özgürlüğün sıkıntılı hali de kaçınılmaz olarak vurgulanmış oluyor. Ve bu ödül de ülkemde ifade özgürlüğünün durumu bakımından bir mesaj taşıyor. Duygularımın hafif bir acı taşıdığını ifade etmek isterim. Konuşmamın içeriğini düşünürken aklımdan bir dizi düşünce geçti. Üzerinde yaşadığımız gezegenin bilinmeyenlerle dolu bu evrende izlediği bir yol var. Ve bu macera boyunca, bu gezegende yaşayan insanların da ifade özgürlüğüyle en başından beri bir sorunu oldu. İfade özgürlüğü insanlığın en temel değerlerinden biri. İnsan toplumlarındaki varoluşumuzun asli bir unsuru. Yaşamak için nefes almaya, kalbimizin düzenli olarak atmasına ihtiyaç duyarız. Ve bir insan gibi hissetmek ve varlığımızı ortaya koymak için sesimizin duyulabilmesine ihtiyaç duyarız. Kendimizi ifade edebilmeye ihtiyaç duyarız. Varlığımızın bu olmazsa olmazını bizden alan her ne olursa olsun, insanlığın ideallerine ve haysiyetimize karşı gelmiş olur.

"Gazeteci ve yazarların öldürüldüğü bir ülkeden geliyorum"

İnsanlık tarihini farklı düzeylerde anlatabiliriz. Bir düzeyde, tarih ifade özgürlüğünün yolunu açanlarla bu özgürlüğü kısıtlamak ve engellemek isteyenler arasındaki çatışmanın tarihidir. İfade özgürlüğü için büyük bedeller ödemiş olanların hikayeleri de buna dâhildir. Bu bedel insanların hayatlarını, sürgünleri, demir parmaklıkları, zulmü, çeşitli baskı ve terör yöntemleri altında çekilen kahrı da kapsar. Ülkemin tarihi bu bakımdan ödenen yüksek bedellerin tarihidir. Ben birçok saygın gazeteci ve yazarını suikastlere ve terörizme kaybetmiş bir ülkeden geliyorum. Gazetem Hürriyet’e benden önce genel yayın yönetmenliği yapmış olanlardan Çetin Emeç de bu listede yer alıyor. 2016 yılında en üzücü olan, ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda dünyada vahim sorunların, kaygıların ve acıların hâlâ sürmesidir.

İfade özgürlüğünün korunması için ödüllerin veriliyor olması bu durumun açık bir kanıtı. Zira koşullar, bu ödüllerin verilmesini gerektiriyor ve o nedenle ifade özgürlüğünü desteklemeye olan önemli ihtiyaç hâlâ varlığını koruyor. Maalesef insan hakları ve ifade özgürlüğünün gidişatını izleyen saygın kuruluşların yeni yayınladığı tüm raporlar bu alanda dünya genelinde bir düşüş eğilimi olduğuna işaret ediyor. Tüm bu raporlar ifade özgürlüğüne yönelik tehdidin büyüdüğünü ortaya koyuyor. Uluslararası ölçekte kabul gören Freedom House’un 2015 yılında küresel siyasi haklar ve vatandaşlık hakları, dünyada özgürlüğün durumu üzerine hazırladığı yeni raporu, bu yıl dokuzuncu kez art arda düşüş kaydetti. Freedom House’a göre dünyanın egemen yönetim biçimi olan demokrasinin - ve demokratik ideallere dayalı bir uluslararası sistemin- kabulü 25 yıldır hiç olmadığı kadar tehdit altında.

"İfade özgürlüğü küresel bir sorun"

İfade özgürlüğünden bahsettiğimizde henüz tam olarak teşhis edilmemiş yeni küresel bir sorun karşımızda beliriyor. Bu sorun ifade özgürlüğüyle ilgili konuların sadece üçüncü dünya ülkelerinde, diktatörlüklerde ya da monarşilerde değil aynı zamanda demokrasi olma iddiasını taşıyan ülkelerde gittikçe daha fazla görünür hale gelmeye başlamasıdır. Bir demokrasinin tüm formel gereklerinin görünüşte var olduğu ancak pratikte ifade özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün aslında kısıtlandığı durumları kast ediyorum. Sonuç olarak demokrasinin özü sulandırılıyor. Bu, günümüzde demokrasilerin karşı karşıya bulunduğu en büyük tehditlerden biridir. Bugün tüm dünya genelinde çok sayıda sakat demokrasi pratiği var. Siyaset bilimciler bu pratiklere yeni tanımlar getirmek için uğraşıyorlar. "Seçimli otoriterleşme", "liberal olmayan demokrasi", "popülist otoriterleşme" gibi tanımlamalar kullanarak kavramları bir araya getiriyorlar. Tüm bu pratiklerin ortak bir paydası var. Bunların hepsi çeşitli yöntem ve mekanizmalar yoluyla topluma enformasyon akışını ve vatandaşların bilgiye erişimini kontrol altına alma hedefini güdüyor. Demokrasi görünümü altında işleyen bu tarz modeller, ifade özgürlüğü alanında karşılaşılan sorunları teşhis etmeyi ve ele almayı daha da zorlaştırıyor.

"Avrupa da otoriter eğilime bağışık değil"

Bizi endişelendirmesi gereken bir olgu Avrupa kıtasının da artık bu otoriter eğilime karşı bağışık olmamasıdır. Bugün Avrupa’da demokratik standartları düşen ülkeler var. Hatta bunlar arasında Avrupa Birliği üyesi olanlar var. Polonya, Macaristan’ın son yıllarda sergilediği olumsuz örneği izliyor. Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolunda adımlar atan birçok Balkan ülkesinde de durumun farklı olduğunu söylemek mümkün değil. Yüzyılın başında büyük Avrupa projesi Doğu ve Orta Avrupa ülkelerini bünyesine katarak muazzam bir genişleme adımı attı. Genişlemeyle birlikte bu ülkeler demokrasi değerlerinin, hukukun üstünlüğünün, açık toplumun ve piyasa ekonomisinin değerini anlayarak dönüşecekti.

Ne yazık ki bu proje en son bir durgunluk ve hatta kriz dönemine girdi. Hâlihazırda Avrupa’nın evrensel değerlerini nasıl koruyacağına dair hararetli bir tartışma yürüyor. Mülteciler konusunda alınan tedbirlerin Avrupa’yı kendi değerlerinden uzaklaştırdığına dair yaygın bir eleştiri var. Yabancı düşmanlığının, hoşgörüsüzlüğün, ırkçılığın, nefret söyleminin, İslamofobinin, otoriterleşmenin, biz ve onlar şeklindeki kutuplaştırıcı retoriğin ve popülist söylemin hızla zemin kazandığı zamanlardan geçiyoruz. Geçen yüzyılda bıraktığımızı sandığımız hortlaklar yeniden meydana çıkıyor. 1990’ların başında Berlin Duvarı yıkıldığında ve Demir Perde çöktüğünde Avrupa’nın geleceğine dair son derece iyimserdik. Hatta bazıları bunun insanlığın sosyal ve siyasal evriminin sonu olduğunu ve tarihin sonuna geldiğimizi ilan etti. Liberal demokrasi çağı başlamış ve tarih geri döndürülemez ilerici bir rotaya kavuşmuştu. Bugünün dünyasına bakıldığında Francis Fukuyama’nın çok naif bir bakış açısına sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz.

"AB Türkiye demokrasisine koruyucu kalkan olamadı"

Bu durum Avrupa kurumları açısından büyük bir meydan okuma anlamına gelmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan bu yapılar demokrasi, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü gibi değerlerin oluşturulmasında, korunmasında ve güçlendirilmesinde hayati bir rol oynadılar. Avrupa Birliği kurumsal evrimi içerisinde dönüşerek bu modelin zirvesi oldu. Ancak bu kurumlar, artık günümüzde Avrupa kimliğini tanımlayan değerleri ve idealleri korumak söz konusu olduğunda aynı tarz bir etkiye sahip değiller. Avrupa kurumları kendi değerlerini koruyamadıkları gibi ahlaki otorite olma özelliğini de yitiriyorlar. Avrupa Birliği üyeliğe aday olan kendi ülkem bağlamında bu konuyu ele almak isterim. Üyelik sürecinden genellikle beklenen, aday ülke açısından demokratik standartların yükseltilmesi ve ifade özgürlüğünün korunmasına giden yolu açmak bakımından bir güvence sunmasıdır.

Doğrusu Avrupa Birliği 1990 sonrası genişleme süreci sırasında tüm Doğu Bloku ülkelerinde bu ülkelerin işler demokratik kurumlar oluşturma gayretleri içerisinde dönüştürücü bir etki yarattı. 1999 yılının sonunda başlayan Türkiye’nin üyelik süreci de ilk aşamalarında benzer bir etkiye sahipti. Gerçekten de sürecin ilk aşamalarında büyük demokratikleşme reformları Türkiye’de yürürlüğe girdi, birçok tabu tartışılmaya başladı ve nihayet ifade özgürlüğünün sınırları istikrarlı bir şekilde genişledi. Bu döneme bir gazeteci olarak tanık olmuş ve sürecin getirdiği ilerlemelerden faydalanmış biri olarak söylüyorum bunu.

1999 yılı aralık ayında Helsinki’deki AB zirvesinde Türkiye’nin tam üyeliğe adaylığı açıklandığında, 2004 yılının aralık ayında Brüksel’deki zirvede müzakerelerin başlatılması kararı alındığında ve nihayet 2005 yılı ekim ayında Strasbourg’da müzakereler fiilen başladığında, Türkiye’yi kaplayan iyimserlik dalgasının gücünü hatırlıyorum. Hepimiz coşkulu ve ülkemizin geleceği için son derece umutluyduk. Ruh hali iyimserdi. Bu iyimser atmosferin yerini şimdi karamsarlık ve belirsizlik aldı. Hiç kuşkusuz her iki taraf da bunda bir sorumluluk taşıyor. Özelde Almanya ve Fransa Türkiye’nin tam üyeliğine ilişkin tutumlarını değiştirdi. Bu pozisyon değişikliğinin Türkiye’deki reform hevesinin kırılmasında belirleyici bir etkisi oldu. Ancak özellikle 2009 sonrasında Türkiye’deki reform sürecinde de bir durgunluk olduğu bir olgudur. Reform sürecinden uzaklaşma eğilimi tedricen ortaya çıktı ve ivme kazandı. Bu eğilimler ortaya çıkarken ve sonuçları son derece görünür hale gelirken, Avrupa Birliği’nin bu uzaklaşmayı saptama, okuma ve çözümleme konusunda büyük bir kurumsal hata sergilediği de bir gerçektir.

Avrupa Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili son ilerleme raporuna baktığımızda, ifade özgürlüğü ve demokrasi konusunda eleştiri trendinin büyüdüğünü görüyoruz. Her yıl eleştirinin hacmi artıyor. Burada bir çelişki yok mu? Teorik olarak üyelik sürecinin aday ülkenin demokrasisini yükseltmesi beklenir. Ancak Türkiye’nin durumunda üyelik süreci, koruyucu bir kalkan ya demokrasimizin sağlığı için bir sigorta işlevi görmedi. Bu durumun kurumsal bir sorun ve AB açısından bir başarısızlık olduğu inkar edilemez. Eğer koruyucu kalkan işlerliğe sahip olsaydı bugün ben bu sahnede ifade özgürlüğü ödülü alıyor olmazdım.

"Dışarıya özel güvenlikle çıkmam gerekiyor"

Ben büyük bir gazetenin genel yayın yönetmeniyim. Her gün dışarıya özel bir güvenlikle çıkmam gerekiyor. Dahası eylül ayında gazetemize yönelik fiziksel saldırılar ve önde gelen bir köşe yazarımıza yumruk atılması sonrasında gazetem bana bir zırhlı araç tahsis etmek zorunda kaldı. Avrupa Birliği’ne aday bir ülkenin en büyük gazetesinin genel yayın yönetmeninin dışarıya zırhlı araç içinde bir korumayla çıkması sıradan bir olay olamaz. Profesyonel hayatımın 41’inci yılında geldiğim nokta bu. Tam üyelik müzakereleri on yıl önce başladığında, 2016 yılında kendimi bu durumda bulacağım aklımın ucundan geçmezdi. O zaman tasavvur edilemez olan, şimdinin gerçekliğidir.

Türkiye’deki gazetecilerin karşı karşıya olduğu sorunlar listesi bir hayli uzun. Maalesef fiziksel saldırılar da kısa süre önce bu listeye dâhil oldu. Meslektaşlarım çok daha vahim sorunlarla karşı karşıyayken benim kendi sorunlarımdan şikayetçi olmam dürüstçe olmaz. Mahkemelere giderseniz, koridorlarda duruşmalarını bekleyen gazeteciler görmeniz bir tesadüf değildir. Üst düzey yöneticilere hakaret veya terörizme destek gibi suçlamalarla gazetecilere açılmış yüzlerce soruşturma ya da dava vardır. Gazetecilerin ve köşe yazarlarının davaları, verdiğimiz haberlerin kayda değer bir kısmını oluşturuyor. Kendim de bir haber nedeniyle Cumhurbaşkanı’na hakaret etmekten 4 yıl hapis cezasıyla yargılanıyorum. Geçen mart ayında hayatımda ilk kez sanık olarak hâkim karşısına çıktım. Geçmişte mahkemelerde hep muhabir sıfatıyla bulundum. Sanık sandalyesinde oturmak, hâkim karşısında durmak çok farklı bir duygu. Bu sırada meslektaşların tutuklanmaları, hakkında soruşturma açılanlara uzun süreli tutuklamalar ve onları cezaevine gönderme hükümleri diğer ciddi endişe kaynakları.

Türkiye’deki sorunun bir boyutu yasaların gazetecilere kolayca dava açılmasını mümkün kılmasıdır. Dahası zaten kısıtlayıcı olan yasaların bazı savcı ve hâkimler tarafından sert bir biçimde yorumlanması, gazetecilerin hayatını daha da zorlaştırıyor. Örneğin Doğan Medya Grubu terörizme destek suçlamalarıyla son yedi aydır soruşturma altında bulunuyor. Tüm bu olan bitene bakıldığında, tüm bu pratikler bir araya getirildiğinde bu, ifade özgürlüğüne açıkça caydırıcı bir etki yaratıyor. Türkiye’deki önde gelen medya grubunun en büyük gazetesinin genel yayın yönetmeniyim. Genel yayın yönetmeninin duruşu her şeyden çok arkasındaki yayıncının iradesini yansıtır. Eğer bir editör olarak görevimi sürdürebiliyorsam bu, büyük ölçüde arkamdaki irade sayesindedir. Doğan Grubu’nun bağımsız gazetecilik uğraşı içinde olması, Türkiye’de ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünün en önemli güvenceleri arasında yer alıyor. Biz sadece işimizi yapmak ve bunu da evrensel kriterlerle uyumlu bir şekilde yapmak istiyoruz. Grup olarak özellikle 2009’dan sonra bunun için büyük bir bedel ödedik ve böyle yapmayı da sürdürüyoruz. Gazetemize yönelik saldırılar bu bedelin sadece küçük bir kısmı. Grubumuzun karşılaştığı adil olmayan pratiklerin listesi bir hayli uzun, ancak bu meseleleri şimdi burada listelemek benim açımdan uygun olmaz.

Her halükarda aldığım ödül, meslektaşlarım ve benim için bağımsız gazetecilik hedefine giden yolda yürümeye devam etmek bakımından biliyoruz ki büyük bir teşvik olacaktır. Bu fırsatı kullanarak Deutsche Welle yönetim kuruluna bir kez daha teşekkür etmek isterim. Bu ödülü alırken, tüm dünyada demir parmaklıklar arkasında özgürlüklerinden mahrum kalan veya yasal misilleme tehditleriyle ya da çeşitli baskı yöntemleriyle gözdağı verilen tüm gazetecilere dayanışma duygularımı iletmek isterim. Ödülü alan kişi ve kurumların ötesinde, bu tür ödüllerin en büyük önemi, demokrasinin en hayati unsurlarından biri olan ifade özgürlüğü idealinin yüceltilmesine yaptıkları katkıdır. İfade özgürlüğünü desteklemek için burada buluşmuş olmamız, yeterince anlamlıdır. İfade özgürlüğünü ayakta tutmak için gösterdiğimiz azmi sürdürmek, bu özgürlükten korkanlara ve onu yok etmek isteyenlere vereceğimiz en etkili karşılık olacaktır.

Konuşmamı bitirmeden önce Alman Federal Meclisi'nde kısa süre önce 1915 olaylarını soykırım olarak tanımlayan kararın Türkiye'de yarattığı büyük hayal kırıklığına çok kısa değinmeme lütfen izin verin. Bu karar Türk halkının çoğunluğu tarafından adil olmayan ve kabul edilemez bir karar olarak görülmektedir. Benim hislerim de farklı değil. Evet, iki komşu ülke arasında barış ve uzlaşmaya ihtiyaç var. Ancak Alman Federal Meclisi'nce kabul edilen bu tür bir karar, bu çabalara sadece yıkıcı bir etki yapacaktır. Bu kararın Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkilere de ters etkiler yaratacağını ve ilişkiyi daha da karmaşıklaştıracağını söylemeye bile gerek yoktur.

Sabrınız için teşekkürler.

©Deutsche Welle Türkçe

Sedat Ergin

Global Medya Forumu hakkında daha fazla bilgi almak için tıklayın!

LINK: http://www.dw.de/dw/article/0,,19326181,00.html