Tarih 7 Mart 2015. Yer Gaziantep. Üç ay sonraki seçimler için her gün bir kentte temel atma, kurdele kesme törenleri düzenleyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Gaziantep'te çıktığı sahnede Kürt seçmenlere "şantaj" olarak sayılabilecek bir çağrıda bulundu: "400 milletvekilini verin, bu iş sulh içinde çözülsün." 400 vekil dediği, Meclis'te tek başına anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşmaktı. Bunu yapmanın da tek yolu, HDP'yi baraj altında bırakmak, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde ikinci parti olan AKP'nin, bölgedeki tüm milletvekillerini kazanmasıydı. Çözülsün dediği "bu iş" ise Kürt sorunuydu. Erdoğan açıkça kürsüden, "Bana oy vermezseniz, kanlı süreç yeniden başlar" mesajı veriyordu.
Tarihin utanç sayfalarından biri nasıl yazıldı?
Kürt seçmen, Erdoğan'ın bu şantajına boyun eğmedi. 7 Haziran 2015'teki seçimlerde HDP barajı aşarak Meclis'e girdi, AKP de tek başına iktidar kuramayacak bir oyda kaldı. Sandıktan "400 vekil" çıkmadı. Partisinin koalisyon kurmasına izin vermeyen Erdoğan, ülkeyi 1 Kasım'da erken seçime götürdü. İki seçimin arası, "sulh içinde" geçmedi. Erdoğan'ın "400 vekil" alamadığı 7 Haziran ile 1 Kasım arasında ülke kan gölüne döndü, yaklaşık 1000 kişi öldü. Hikayenin sonrasını biliyorsunuz…
Esnaflıktan gelmesinden herhalde, siyasetini büyük ölçüde "al-ver" üzerine kuran Erdoğan, 2015'teki "400 vekili verin, bu iş sulh içinde çözülsün" yaklaşımını, bu kez tarihin en kanlı cinayetlerinden birinin üstünü örtmek için sergiledi. Cemal Kaşıkçı'yı İstanbul'da vahşi biçimde öldürten Suudi yönetimine cinayet dosyasını vererek, karşılığında ekonomik çıkarlar elde etti. Erdoğan'ın Veliaht Prens ile sarıldığı fotoğrafın süslediği utanç sayfası nasıl yazıldı, gelin hep birlikte hatırlayalım…
Vahşet: Öldürdüler, doğradılar
Erdoğan'ın en büyük maharetlerinden biri, iktidarını sürdürebilmek için köprü yıkıp yeni köprüler kurmaktır. 2023 seçimleri öncesinde yaşadığı ekonomik sıkışmayı aşmak için, 15 Temmuz'un arkasında olmakla suçladığı Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) kapısını çaldı. İki ülke arasına kan girmemişti, Erdoğan'ın İhvancı siyasetinden dolayı Arap sokağında yaşadığı sıkıntılardan biriydi. Ancak aynı gerekçeyle yolları ayrılan Suudi yönetimiyle aramızda "kan davası" vardı. Kelimenin tam anlamıyla…
Suudi Kraliyet ailesi, muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı'yı, vize işlemleri için gittiği İstanbul'daki Başkonsolosluk'ta, Riyad'dan özel uçakla gönderdiği cellatlara öldürtüp parçalatmıştı. Getirdikleri adli tıpçılar kanıtları bir güzel temizlemiş, ellerini yıkayarak geldikleri gibi ülkelerine dönmüşlerdi. Konsolosluğun kapısında bekleyen nişanlısının, Kaşıkçı'dan haber alamaması üzerine MİT ve İstanbul Polisi harekete geçti. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Konsolosluğun giriş ve çıkışındaki kameralar, İstanbul Havalimanı'ndaki kayıtlar, Suudi Arabistan'dan gelenleri ele veriyordu.
Erdoğan "Enayi, ahmak zannediyorlar" demişti
Ankara'nın ilk zamanlardaki tepkisi oldukça insaniydi. Erdoğan, Kaşıkçı'nın çalıştığı Washington Post'a makale yazarak açıkça Kraliyet ailesini suçluyordu: "Kaşıkçı'nın bedeni nerede? Suudi gazetecinin ölüm fermanını kim imzaladı? Aralarında bir adli tıp görevlisinin de bulunduğu 15 katili iki uçakla İstanbul'a kim yolladı?" Kaşıkçı cinayetinin 11 Eylül'den sonra 21'inci yüzyılın en etkileyici ve tartışmalı olayı olduğunu söylüyor, "Bu ölümün bütün yönleriyle aydınlatılıp aydınlatılmayacağı çocuklarımızın nasıl bir dünyada yaşayacağını belirleyecek" gibi iddialı açıklamalar yapıyordu. Riyad yönetiminin, "Bizle ilgisi yok" açıklamalarına da, "Kime ne anlatıyorsunuz? İnsanları enayi, ahmak zannediyorlar" diyordu.
Cinayet karşılığında alınan şeyin tek bir adı var
Gün geçti, devran döndü. Tarihin en vahşi gazeteci cinayetlerinden birinin üzerinden 3,5 yıl geçti. Dara düşen Erdoğan, iktidarını koruyacak parayı bulmak için BAE'den sonra Suudi yönetimiyle temasa geçti. Cinayetin ardından, "Suçun işlendiği yer İstanbul olduğu için bunu İstanbul mahkemelerinin uluslararası hukuka göre yargılaması gerekir" diyen Erdoğan, dava dosyasını kapatarak Suudilere devretti. Yargı sürecini, cinayetin emrini verenlere teslim etti.
Karşılığında aldığı her şey; Suudilerin uyguladığı ticari ambargonun kalkması, yeni swap anlaşmaları da kelimenin tam anlamıyla "kan parası"ndan ibaretti. Vicdan ile cüzdan arasında sıkışan Erdoğan, tercihini iktidarını sürdürebilmek için cüzdandan yana kullandı. İsrail'i yönetenlere "Sizler çocuk öldürmeyi iyi bilirsiniz" diye parmak sallıyordu, şimdi gazetecileri doğratan liderlere gülücük dağıtıyor. Bedelini öderseniz, bu ülkede her türlü cinayetin işlenebileceğini gösterdik dünyaya. Velhasılı; güle güle vicdan, hoşgeldin cüzdan.
"Dostluğun değil, suç ortaklığının fotoğrafı"
Erdoğan'ın Veliaht Prens Muhammed Bin Salman ile sarıldığı fotoğrafı görür görmez, Kaşıkçı cinayetinin aydınlatılması için en çok çaba harcayanlardan biri olan RSF Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu ile konuştum. Önderoğlu'na göre, bu fotoğraf "iki ülke arasında dostluk ve yakınlaşma"yı göstermiyor: "O sarılma bana suç ortaklığını ve temel insanlık değerleriyle alayı çağrıştırdı. Bir hak savunucusu olarak, bir iktidarın bir davadan vazgeçmesinin sonuçlarına Türkiye'de ilk kez tanık olmadım. Ancak acımasız küresel çıkar dünyasında dahi tolere edemeyeceğiniz bir durumla Türkiye'nin ilişkilenmesinden nedense acı duydum. Bu, uluslararası toplumun uygarlık değerleri bakımından Arabistan karşısındaki yenilgisinin de fotoğrafıdır."