Dünya kabuk değiştiriyor. Alışılagelmiş yapılar ve kurallar artık geçerliliklerini yitirmiş gibi. Henüz ortada bir yol haritası yok ve başlıca oyuncular olayların akışına göre tepkiler veriyor. Elbette bu tepkileri şekillendiren varsayımlar ve tespitler mevcut. Ayrıca tüm oyuncuların başta da küresel sistemdeki devletlerin sahip oldukları güç, yapısal ya da konjonktürel olarak ellerinde bulundurdukları olayların akışını etkileme potansiyelindeki farklar da geleceğin şekillenmesinde rol oynuyor. Bu durumda hem tepkilerin ağırlığını hem de ne ölçüde geçerli ya da gerçekçi sayılacaklarını, kimin yanıldığını, kimin haklı çıktığını ancak zaman içinde anlayacağız.
Columbia Üniversitesi'nden iktisat tarihçisi Adam Tooze bu dönemi Polycrisis diye, Collins sözlüğü ise yılın kelimesi seçtiği Permacrisis olarak tanımlıyor. Her iki kelimenin de muradı tek bir krizden çok bir krizler zinciri içinde dünyanın şekillenmekte olduğunu vurgulamak. Ki tarihte her yeni dönemin arifesinde böyle bir çalkantı, düzensizlik hatta kuralsızlık yaşanır. Bugün de tıpkı 1930'larda yaşandığı gibi derin ve toplumsal/siyasal gelişmeleri hatta altüst oluşları tetikleyecek bir ekonomik kriz ve stratejik dengesizlik dönemindeyiz.
Batı ekonomik, siyasal ve ideolojik açıdan göreli bir güç kaybı yaşıyor. Ancak yükselen güçler henüz bir dünya düzeni kuracak, bunun gerektirdiği siyasal ve kurumsal çözümleri üretecek kapasiteye sahip değil. Pek çoğu Batı'nın güç kaybını kalıcı olarak görmeye meyilli ve ortaya çıkan boşlukta kendilerine manevra alanı açmaya çalışıyor. Brezilya'dan Suudi Arabistan'a, Hindistan'dan Türkiye'ye, Güney Afrika'dan Kuzey Kore'ye kadar kendilerinde bölgesel güç vehmeden tüm ülkeler özerk siyaset izlemeye, Batı'nın çizgisinde kalmadan hareket etmeye bakıyor.
Türkiye Batı ittifakında kendini tutmak isteyecek mi?
Türkiye ise bu konjonktürdeki en ilginç ve tercihleri gelecekte de fark yaratacak bir ülke.
Daha özerk bir dış politika izlemek isteyen diğer bölgesel güçlerden önemli farkı, Batı ittifakında olması. Ukrayna işgalinin ardından kendisine yeni bir misyon bulabilen ve merkezi konumu perçinlenen en önemli güvenlik örgütünün, NATO'nun bir üyesi. Türkiye, bir yandan bu örgüte üye olmanın avantajlarından yararlanır ve askeri tatbikatlarda önemli katkılar yaparken öte yandan da siyaseten örgütün çizgisi dışında hareket edebildiği gibi, içeride de ittifakın genel çıkarları açısından sorunlu sayılabilecek tavırlar alabiliyor. Bunun en son örneği de Finlandiya ve İsveç gibi tarihsel olarak bağlantısızlığı seçmiş iki ülkenin NATO üyeliğini, kendi öznel sorunlarına bağlayarak engellemesi.
Bu bağlamda NATO içinde Türkiye'ye duyulan güvenin zayıfladığına dair pek çok emarenin sonuncusu Bali'deki G-20 zirvesinde yaşandı. Zirve sırasında Polonya topraklarına iki füze düşmesinin ardından ABD Başkanı Joe Biden, orada bulunan G-7 ve NATO üyesi ülkelerin liderlerini bir toplantıya davet etti. NATO üyesi Türkiye'nin Cumhurbaşkanı ise davet edilmedi. Bu konu sorulduğunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kendisinin önemli toplantılara davet edildiğini, ama önemsizlere davet edilmediği yanıtını verdi.
Konunun Rusya savaşı bağlamında aslında ne denli önemli olduğu hatırlandığında müttefikler arasındaki güven ilişkisinin son zamanlarda hayli hasar gördüğünü söyleyebiliriz.
Bali'de yaşananı, Türkiye'nin Ukrayna işgali sonrasında izlediği "denge politikası"nın giderek Rusya yanlısı bir görüntüye bürünmesine verilen bir tepki olarak değerlendirmek mümkün. Dünyadaki gelişmeleri okuyuşuna bağlı olarak bugünkü iktidarın Türkiye'yi Batı ittifakı içinde tutup tutmak istemeyeceği meselesi, izlenecek dış politikanın parametrelerini de belirleyecek. İktidarın başka bölgesel güçler gibi Batı'nın güçten düştüğüne inandığı ve Batı'nın kurumsal yapısı içinde kalsa bile ortak çıkarlar, değerler ve hedefler doğrultusunda hareket etme yükümlülüğünü hissetmediği görünüyor.
Bu yükümlülükler açısından Finlandiya ve İsveç'in üyeliklerinin engellenmesinin sürmesi ittifak ilişkilerini olumsuz etkilemeye devam edecektir. Bu olumsuzluğun sürmesi halinde de ABD'den alınması beklenen yeni F-16'lar ve modernizasyon kitlerinin onaylanması sürecinin nasıl etkileneceği, giderek sıkıntıları artan Ankara-Washington ilişkilerinin geleceği açısından dikkat edilmesi gereken bir konu. Tıpkı ABD yönetiminin Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginliklerde arabulucu, yatıştırıcı bir rol oynamaktan uzaklaşması, iki ülkeye eşit mesafeli davranma hassasiyetini bir kenara bırakmasında olduğu gibi.
Ortadoğu ülkeleriyle normalleşme adımları devam edecek mi?
Geçen yıl Türkiye, kavgalı olduğu Ortadoğulu devletlerin hemen hepsiyle ilişkilerini normalleştirmek üzere hamleler yaptı. Bu açılımın sonuç verdiğini söylemek mümkün. En son Mısır'ın da ilişkilerde yeni bir döneme girildiğini kabul etmesiyle Körfez ülkeleri ve İsrail'in ardından bir ülkeyle daha dostane bir hatta geçildi. Rusya'nın ağır baskısı neticesinde Suriye ile devlet başkanları düzeyinde bir buluşma gerçekleşmesi halinde bu ülkeyle zoraki bile olsa ilişkilerin en azından kavgasız bir düzleme gelmesi söz konusu. Ancak Şam açısından temel mesele, Türkiye'nin halen kontrolü altında bulundurduğu topraklardan çekilip çekilmeyeceği. Ankara açısından ise bugüne dek desteklediği grupların aldatılmışlık duygusuyla intikam peşinde koşmalarını engellemek ciddi bir sorun olabilir.
Normalleşme hakkında iki noktaya daha dikkat çekmek gerekir:
Birincisi, Türkiye'nin ilişkileri normalleştirme gayretleri zayıf bir konumdan yapıldı. Zımnen Türkiye, Ortadoğu'da hegemonik bir güç olma hedefinden vazgeçtiğini ve bölgenin Sünnilik üzerinden liderliğine soyunma hevesinin sonuna geldiğini kabullendi. Mısır ile barışmanın bedeli, uğruna bu ülkeyle ilişkileri kopma noktasına getiren Müslüman Kardeşler'e verilen desteğin çekilmesi oldu. Normalleşme adımlarında belki de stratejik mantıkla en uyumlu sayılacak adım İsrail ile ilişkilerin canlandırılmasıydı. Ancak İsrail'de görevi devralan hükümetin ideolojik kompozisyonu, kabinede işgal altındaki topraklarla ilişkili iki önemli bakanlığın aşırı milliyetçi-ırkçı siyasetçilere verilmesi Filistinliler konusundaki kamuoyu hassasiyeti nedeniyle ilişkileri fazlasıyla gerebilecek bir potansiyel taşıyor.
AB ile ilişkilerde karamsarlık
Son olarak AB ile ilişkiler hakkında da kısa bir değerlendirme yapmak mümkün. Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ardından izlenen "denge politikası" giderek Rusya'ya yakınlaşma ve bu ülkeyle derinleşen finansal ve enerji odaklı bağımlılık ilişkilerinin gelişmesine yol açmıştı. Bir bakıma Türkiye kendisini Avrupa'nın savaş sonrasındaki arayışlarının dışında tutmuştu. AB'nin Türkiye'yi bu arayışlar içinde görmek istemediği de bir vakadır. Bu durumun gösterdiği ise AB-Türkiye ilişkilerinin "perakendeci" (transactionalist) sarmaldan çıkmasının bir hayli zor olduğu. Avrupa ve Türkiye'nin, her ikisinin de, böylesi bir yabancılaşma ve iletişim eksikliğinden zararlı çıkacaklarını söylemek fazla karamsar bir değerlendirme sayılmamalı.
Tüm bu verilerin ve ülke içinde giderek baskısını hissettiren dini ağırlıklı siyaset anlayışının ışığında bu yılın dış politika gelişmelerinin Cumhuriyet'in yüzüncü kuruluş yıldönümünde ülkenin stratejik tercihinin ne yönde şekillendiği, buna bağlı olarak kimliğini nasıl tanımladığını belirleyeceğini söyleyebiliriz.