BM Antlaşması’nın 75. yıldönümü: Sınavlarla dolu bir tarih
26 Haziran 2020ABD Başkanı Donald Trump’ın 2019 Eylül’ünde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma tartışmalara yol açmıştı. Nitekim söz konusu konuşma, milletlerin birliğinin açık bir reddiydi. “Gelecek küreselcilerin değil, vatanseverlerin” diyen Trump, akıllı liderlerin kendi ülkelerinin refahını önceleyeceğini ifade etmişti.
Önce Amerika, sonra BM
Başkanın BM Genel Merkezi'ndeki bu katıksız "Önce Amerika” mesajlı konuşması, Trump’ın önceliklerinin BM’ninkilerle çok uzak düştüğü gerçeğini bir kez daha tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Başkanın 2016’nın Aralık ayında henüz göreve başlamadan önce attığı bir tweet de bu gidişatın sinyallerini vermişti. Trump, bu tweette BM’yi “insanların bir araya geldiği, sohbet ettiği ve iyi vakit geçirdiği bir kulüp” olarak nitelendirerek aşağılamıştı. Bundan yaklaşık bir yıl sonra da Washington’ın Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınması kararını BM Genel Kurulu’nun kınamasıyla ilişkilerde onarılması zor bir tahribat süreci başlamıştı.
Washington, ilişkilerdeki bu yarayı daha da derinleştirecek birçok adım attı: İklim Anlaşması’ndan çekildi, BM Göç Anlaşması konusunda işbirliğine yanaşmadı, Barış Misyonu’na yaptığı mali katkıyı kıstı, BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nden (UNESCO) ayrıldı ve BM İnsan Hakları Konseyi’nden çekildi. Kısa süre önce ise ABD Başkanı, Dünya Sağlık Örgütü’nü (DSÖ) korona kriziyle mücadelede yetersiz kalmakla ve Çin’in kuklası olmakla itham etti. Sonra da geçen Nisan ayında, dünyanın karşı karşıya olduğu pandeminin ortasında örgüte aktardığı fonları askıya aldı. Mayıs ayında da DSÖ’yle ilişkilerini tamamen sonlandırdıklarını duyurdu.
İnsanlığı savaş felaketinden korumak için…
Halkları bir araya getiren bir işbirliği, Birleşmiş Milletler’in kuruluş amacıydı. Dünya barışı için ulusal egoların aşılması hedefleniyordu. Bu amaç için ilk koşul, evrensel bir anlamı olacak bir anlaşmanın, yani BM Antlaşması’nın çatısını oluşturmaktı. 50 ülkenin temsilcileri 26 Haziran 1945’te San Francisco’da kuruluş antlaşmasını imzaladıklarında hâlâ iki dünya savaşının etkisi altındaydılar. Nitekim önsözde yer alan “Biz Birleşmiş Milletler halkları, gelecek kuşakları bir insan yaşamı içinde iki kez insanlığa tarif olunmaz acıları getiren savaş felaketinden korumaya (…) karar verdik” ifadelerinde de bu tedirginliğin yansımaları görülüyor. “Ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözmede ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslararası işbirliğini sağlamak” da anlaşmanın ilkeleri arasında sayılıyordu.
Anlaşmanın genel çerçevesi, İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri olan Sovyetler Birliği, Birleşik Krallık ve ABD tarafından müzakere edildi. Bu ülkelere daha sonra Çin ve Fransa da eklendi. Bu beş devlet, en güçlü BM organizasyonu olan Güvenlik Konseyi’nde de daimi üyelik elde etti. 24 Ekim 1945’te anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle BM faaliyetlerine başladı. İnsanlığın eskiden beri hayalini kurduğu dünya çapında barışın nihayet gerçek olması hedefleniyordu.
“Miladını doldurmuş” bir Güvenlik Konseyi yapısı
Ne var ki dünyanın gidişatı oldukça inişli çıkışlıydı. Bu nedenle örgütün etkinliği de mütemadiyen eleştiri konusu oldu. BM organlarına çok fazla fon aktarılması ve bazı devletlerin örgütü kendi çıkarları için araçsallaştırması en fazla eleştirilen konulardandı.
BM tarihinde genel sekreterlik görevini üstlenen ikinci isim olan Dag Hammarskjöld'ün, eleştirilere karşı örgütü savunduğu şu ifadeler de akıllara kazınmıştı: “BM, insanlara cenneti vermek için kurulmadı, onları cehennemden kurtarmak için kuruldu.”
Trump’ın yıkıcı manevraları uluslararası örgüt için ciddi bir test, ancak örgütün karşı karşıya kaldığı tek sınav değil. DW’ye konuşan Almanya’nın eski BM Daimi Temsilcisi Gunter Pleuger, “Trump yapması gereken pek çok şeyi yapmadı. Buna Güvenlik Konseyi’yle yapıcı bir işbirliği de dahil. Ancak bu yalnızca Trump’ın suçu değil. Güvenlik Konseyi'nin demode sistemi de sorumlu” ifadelerini kullanıyor. Pleuger, BM’nin en güçlü kurulunun günümüz dünyasını değil, 1945’in dünyasını temsil ettiğini savunuyor.
Mevcut yapı, ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa’ya alınacak her türlü kararı engelleyebilecek bir mutlak veto hakkı tanıyor. Vetoyu kaldırma kararı ise yalnızca Genel Kurul’un üçte ikisinin oyu ile alınabiliyor. Ancak beş daimi üye, BM Antlaşması imzalanırken, haklarının törpülenmesi ihtimaline karşılık Genel Kurul’da da kendi veto haklarını garantiye almışlardı. Söz konusu devletler, şu ana kadarki reform denemelerinin ise önünü kesti.
Mavi Bereliler ile beliren soru işaretleri
Söz konusu devletlerin "veto kararlarına bir gerekçe dahi göstermesi gerekmediğine” dikkat çeken Pleuger, bu sorunsalın bir an önce ele alınması gerektiği görüşünde. Almanya’nın eski BM Daimi Temsilcisi, Avrupa'da, Ortadoğu’da, Asya’da ve Güney Amerika’da çatışmaların giderek arttığı bu dönemin BM’nin yenilenmesi için doğru zamanlama olmadığını ifade edenler olsa da, özellikle Hindistan, Brezilya, Japonya ve Almanya’nın uzun süredir reform çağrılarını yineliyor.
Miladını doldurmuş olmakla eleştirilen bu yapının yanı sıra, BM yardım görevlileri ve Mavi Bereliler’e ilişkin cinsel taciz ve tecavüz suçlamaları da manşetlere taşınmıştı.
Örgütün geçmiş barış misyonlarında uğradığı başarısızlık, BM’nin imajına zarar veren bir başka neden oldu. Mavi Bereliler’in 1994’te Ruanda’da Tutsilere düzenlenen soykırımı engellemek yerine ülkeden çekilmesinden ve 1995’te Srebrenitsa’da sivillere yapılan katliama seyirci kalmasından bu yana uluslararası kamuoyu örgüte ve örgütün misyonlarına çok daha eleştirel bakıyor.
Buna rağmen giderek küreselleşen dünyada bu devletler birliği hâlâ vazgeçilmesi neredeyse imkansız bir düzenleyici güç olma niteliğini koruyor. Nitekim büyük krizlerin çoğu BM devreye girmeden çözülemiyor.
BM’nin şiddeti engellemedeki rolü
Özellikle eski sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmasının da etkisiyle BM’nin üye sayısı 50’den 193’e çıktı. Almanya’nın eski BM Daimi Temsilcisi Pleuger, on yıllar içinde sömürge iktidarlarının devamı için şiddete başvurulmasının bir itibar kaybı nedenine dönüştüğünü belirterek, BM’nin bu süreçte de büyük rolü olduğuna dikkat çekiyor.
Pleuger’e göre, meşru dayanağı olmayan baskının mütemadiyen kınanması, Sovyetler Birliği’nin son lideri Mihail Gorbaçov’un ve diğer liderlerin Orta Avrupa ve Almanya’daki ayaklanmalar giderek büyüdüğünde ve değişim talepleri arttığında şiddete başvurmaması sonucunu doğurdu.
Pleuger, böylece Almanya’nın barışçıl bir biçimde yeniden birleşmesinin de önünün açıldığını savunuyor. Örgütün Almanya tarihindeki önemi göz önünde bulundurulduğunda, bu ülkenin Temmuz ayında, BM Antlaşması’nın 75. yıldönümünden birkaç gün sonra BM Güvenlik Konseyi'nde geçici üye konumuna gelecek olması da hoş bir tesadüf olarak kayıtlara geçecek.
Ralf Bosen
© Deutsche Welle Türkçe